Ana sayfa 2000'ler 2006 Pan’s Labyrinth

Pan’s Labyrinth

1396
0

Pan's Labyrinth

1944 İspanya.. Sivil savaşın bitimine yakın zamanda, Navarra’nın dağlık bölgelerinde ordu ve isyancılar arasındaki çatışmalar sürmektedir. 10 yaşındaki Ofelia, hamile annesi Carmen ile birlikte Navarra’da isyancılara karşı savaşan üvey babası Kaptan Vidal’in yanına yerleşirler. Vidal, faşist yönetimin emrinde sınırı isyancıladan temizlemekle görevli zalim bir askerdir. Kendi hayal dünyasında yaşayan Ofelia, üvey babasının sert tavrı nedeniyle onunla yakınlık kuramaz. Bir gün yerleştikleri evin arka bahçesinde bir labirent keşfeder. Labirentin içinde ise adının Pan olduğunu söyleyen bir yaratıkla karşılaşır. Pan, Ofelia’ya sadece onun görebileceği ve okuyabileceği bir kitap verir. Bu kitapta Ofelia’yı bekleyen bazı görevler vardır. Ofelia görevlerini başarırsa ölümsüz bir prenses olacaktır. Ama bu görevler hiç de kolay değildir. Hem düş dünyasında, hem de gerçek dünyada küçük Ofelia’yı hayati sınavlar beklemektedir.

El Liberinto del Fauno 1940’lı yıllar faşist İspanya’sında fantastik ve gerçek öğelerle iç içe geçmiş bir dram. Politik bir atmosferde geçmesine rağmen, dönemin gelmişi geçmişi ile ilgilenmektense, kendi iki hikayesine odaklanmış, dönemi sadece bir dekor olarak kullanmış. Zaten o iki hikayenin de çok fazla tarihi detaylara inme gereksinimi yok. Dolayısıyla bildik bir üslup olarak “tarihi bir döneme küçük bir kızın gözünden bakan” bir film değil. Filmin paralel ilerleyen biri gerçek dünyada, diğeri fantastik iki öyküsü var. Filmin yönetmeni ve senaristi Guillermo del Toro, bu risk taşıyan kurgusunda önemsediği ve bilerek önemsemediği biçimler ile bir yol izlemeyi tercih ediyor.

Filmin gerçeklik kısmına baktığımızda gerilimli ve sürükleyici bir hikayeye tanık oluyoruz. Hamile annesiyle birlikte, üvey babası olan ve İspanya kırsalına yerleştiği birliğiyle direnişçilere karşı acımasızca mücadele eden Vidal’ın yanında yaşamak için taşınan küçük Ofelia kendine ait bir hayal dünyasında yaşıyor. Ofelia’nın dışında gelişen, asker ve direnişçiler arasındaki çatışmayı içeren gerçek öykü, içine dahil ettiği muhbir öyküsü, genel karakteri oldukça sert aksiyonu ve özellikle Kaptan Vidal’ın sürüklediği gerilim ile yere gayet sağlam basıyor. Öte yandan Ofelia’nın bahçede keşfettiği gizemli labirent ile başlayan fantastik hikaye ile farklı bir boyut kazanan film, paralel bir anlatımı benimsiyor. Ancak belli noktalarda sanal ve gerçeğin zoraki kesişmeler yaşamasına ve bu paralelliğin gerçek öyküyle kopukluklar yaşamasına rağmen, tamamen yabancı da durmuyor. Labirentte karşılaştığı garip yaratık Pan, benzer masallarda da rastlanan yol gösterici, kralın bilge soytarısı geleneğinin Del Toro versiyonu. Aslında bu versiyonun görsel açıdan ürkütücü ve enteresan yorumundan başka orijinal bir yanı pek gözükmüyor. Labirent bekçisi Pan’ın Ofelia’ya verdiği, ölümsüz bir prenses olabilmesi için yapması gereken görevlerin bu ikinci hikayeye katkısı büyük. Hatta keşke Ofelia’nın başka görevleri de olsaydı. Masal da olsa bu görevlerin kendi öykü sınırları içinde alışıldık, ama sıkmayan bir disiplini takip ettiği söylenebilir. Ama işin masal kısmının gerçek hikayenin akışına sağladığı katkı oldukça alışıldık ve basit. Yine de her iki hikayenin kendi bağımsız omurgaları gayet sağlam.

Öte yandan belli noktalarda gerçek ve masalın zoraki kesişmeler yaşaması, iki hikayeyi sadece paralel bırakıyor. Her ne kadar bu tip çift fonksiyonlu öykü anlatımlarında fantastik öykünün gerçek olana bağımlı şekilde seyretmesi ve belli noktalarda iç içe geçmesi hikaye dinamizmini dengelese de, neticede bu bir anlatım tercihidir. Her iki tarafın kendi disiplinleri ve dinamizmleri fire vermedikçe (ki vermiyor) adaptasyon sorunu da yaşanmıyor. Yani gerçek hikayeden sanal olana yapılan tatlı-sert geçişler, bırakın filme yabancılaşmayı, daha da özümseme sağlıyor. Ofelia’nın final sınavı çok tanıdık gelse de, bu özümseme sayesinde ufak detayların bir önemi kalmıyor.

Yönetmenliğe varana dek, çoğu tutkulu sinemacının geçtiği kısa film ve TV programları sürecinin yanında yaklaşık 10 yıllık bir makyaj uzmanlığı geçmişi olan, dinsel temalara, sembollere, çizgi roman kültürüne, ve özellikle böcek ailemine olan ilgisini filmlerinde yoğun biçimde kullanan Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, çok başarılı ilk filmi Cronos’u 1993’te çekti. 4 yıl sonra Hollywood’a çektiği ortalama bir gerilim/yaratık filmi olan Mimic ve devamında yine kendi dilinde filme aldığı, yine El Liberinto del Fauno gibi İspanya iç savaşı esnasında geçen bir hayalet öyküsü anlattığı ve yine çok ses getiren El Espinazo del Diablo’yu çekti. Ardından fantastik Hollywood işleri Blade II ve Hellboy ile makyaj, kostüm, dekor, ışık, renk kullanımlarını çok ciddiye alan, bu sayede yaratılan tuhaf ama çekici atmosferlerle hayran yelpazesini genişleten tarz sahibi bir yönetmen oldu. Sinematografik duyarlılığının ulaştığı noktayı El Liberinto del Fauno’da görmek heyecan verici.

Guillermo del Toro, Hollywood deneyimlerinin de etkisiyle klasik gerilim ve dram tavırlarını da sergiliyor. Çabuk ve sessizce gerçekleşen yer değiştirmeler, mantığı zorlayıcı insanüstü çabalar, karakterlerin kusursuz zamanlama anlayışları bazen filmin özgün görünümüne çizik atar gibi görünse de, bunlar yüzeyin sağlam tabakasını zedelemeyen, rahatsızlık uyandırmayan ayrıntılar.. Aynı zamanda yeri geldiğinde bir masala göre oldukça sert kaçabilecek şiddet sahneleri, Del Toro’nun karakteristik ilkelerine bağlılığına ve o ilkeleri çektiği her türe adapte edebilme cesaretine işaret ediyor.

Ofelia rolüyle, genç yaşına rağmen yolun başında bir kariyere sahip Ivana Baquero, istenilen her duyguyu vermeye hazır bir rahatlıkla oynuyor. Rolünün getirdiği çocuksu ve olgun dramatik yükselişlere de hakim. İspanyol aktris Maribel Verdú, Mercedes rolünü Alfonso Cuarón filmi Y tu mamá también’deki performansından çok farklı bir tarzla filmin önemli bir fonksiyonu haline getiriyor. Anaç, güçlü ve duyarlı Mercedes’in bu özelliklerini üzerinde mükemmel taşıyan Verdú, bir yönetmenin karakter oyuncusu niyetine sahip olmak isteyeceği türden bir nimet adeta. Kaptan Vidal olarak izlediğimiz Sergi López, yine Del Toro için ayrı bir nimet. Filmde gerilim ve şiddet korkusunu tetikleyen ne varsa bunun kaynağı López’in canlandırdığı Vidal’da.. Hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmayan, acımasız, duygusuz, disiplinli ve son derece zeki Vidal’i hem fizik, hem de oyun olarak kusursuz betimleyerek, belki de uzun süredir hasretini çektiğimiz bir kötü adam profili sunuyor. Filmdeki iki göz alıcı tasarım ürünü yaratığa can veren Doug Jones, yine Del Toro’nun Hellboy’unda Abe Sapien olarak yaratık kontenjanından yer bulmuş bir isim. Filmde tüm bu isimlerin yanında, akıcılığı sağlayan başka bir unsur daha var. O da filmde konuşulan tempolu, darbeli, dokunaklı ve kesinlikle estetik İspanyolca’nın ta kendisi.

Bunun yanında Del Toro’nun prodüksyon ekibinde Y tu mamá también ve son olarak Children Of Men filmlerinin yönetmeni Alfonso Cuarón, filmin mutfağına girip kurguya katkıda bulunmuş Alejandro González Iñárritu ve Del Toro’nun çoğu filminin o gizemli ambiyansını belirlemiş usta sinematograf Guillermo Navarro gibi isimlerle tam bir Meksika dayanışması var. Guillermo del Toro, özenli çalışmasının ve hayret verici hayal dünyasının sonucu kendi frakansını yakalamış bir yönetmen. Hellboy II ve sonrasında tekrar İspanyolca çekeceği 3993 isimli hayalet öyküsü, bir İngilizce, bir İspanyolca ilerleyen kariyerini daha da sağlamlaştıracaktır. Ama İspanyolca çektiği filmlerin tadı bir başka elbette. Çünkü o filmlerde, diğerlerinde olmayan bir hava kolayca koklanıyor. El Liberinto del Fauno, fazla derinliği olmayan bir masal gibi görünen dış yüzeyine rağmen, elinde çok doğru bir sinematografi kozu olduğu halde, sırtını ona dayamamış, eksikliği hissedilen drama ruhunu safkan aksiyona kurban eden filmlerden çok farklı, çok etkileyici bir film..

Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com

Önceki makaleLove in Thoughts
Sonraki makaleLives of Others
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here