Ana sayfa 1990'lar 1996 Breaking the Waves

Breaking the Waves

1409
0

breaking-the-waves
Dalgaları Aşmak, Trier’in her daim üzerine düşündüğü, hatta bu filmin sonrasında gerçekleştirdiği “erotik film” yapma hayalinin ilk tezahürüydü aslında. Senaryosunu Peter Asmussen ile yazarken çıkış noktalarından bir diğeri de çocukluğunda okuduğu bir Marquis de Sade öyküsüydü. Çok beğenilmesinin yanında, önemli olumsuz tepkileri de üzerine çeken film ilk tasarlandığı haliyle çekilmiş olsaydı sanırım Trier’in olgunluk dönemi henüz başlamadan sona erebilirdi. Erotik film teorisi, zaman içerisinde cinsellik soslu dini bir dram, bir aşk hikâyesine evrildi. Sonuç ise, o güne dek çektiği en insancıl, tüm abartılarına rağmen oldukça neo-realist bir film, sinema tarihine adını acı dolu gözleriyle kazıyan bir Bess karakteri idi.

İskoçya’nın Western Adaları’nda toplumun kalan kısmından soyutlanmış, Presbiteryen Mezhepi’nin katı din kurallarıyla, içe dönük bir hayat sürdüren Bess, bir petrol işçisi olan Jan’a âşık olur, kısa süre içinde evlenirler. Bess’in yaşamı bir anda cennete döner, o güne dek tatmadığı aşkı ve cinselliği Jan ile paylaştıkça daha bağlanır kocasına. En büyük yeteneği olduğuna inandığı “inancı” günden güne kuvvetlenir. Sefiller’den alıntılarsak “Birisini sevmek, Tanrı’nın yüzünü görmek gibidir.” Bess Tanrı’ya şükreder, zaten onunla arasında geliştirdiği dil, hayatı boyunca sekteye uğramaz, en mutlu anından, en düşkün anına… Jan evden uzaklarda çalışırken, Bess onun eve dönmesi için yalvarır, isteği gerçekleşir ama bu dönüş, tabiatı itibariyle Tanrı’nın Bess’e yaptığı kötü bir şaka gibidir. Jan geçirdiği felçten dolayı yatalak kalmış, karısıyla ilişkisi tamamen sıfırlanmıştır, üstelik ayağa kalkamama ihtimali de çok yüksektir. Bess’in inancı o denli kuvvetlidir ki, tüm bu olanlardan kendini sorumlu tutar, suçluluk duygusunu Jan’a olan tutkularının arasında erittikçe akıl almaz kararlar vermeye başlar. Bir anda yakaladığı aşkı ve cinselliği öylesine ansızın kaybetmiştir ki, içgüdüleri mantığının önüne geçmeye başlar, zaten yaşadığı dünyada mantığa çok yer yoktur. Varolmanın tek gerçek kanıtı olarak Descartes’in iddia ettiği üzere “bilinç”i değil, “inanç”ı seçer, Jan’ı kurtarabileceğine inanır, bu uğurda kendini kurban etmesi gerekse bile… Jan, Bess’in tutkularının içini yiyip bitirdiğini fark edince, ondan başkalarıyla birlikte olmasını ve kendisine yaşadıklarını en ince ayrıntısına kadar anlatmasını ister. Bess’in kaybedecek bir şeyi kalmamıştır, eğer Jan’ı ayağa kaldıracaksa, her şey mübahtır.

Gerek uzun süresi (156 dakika) gerek de 7 ayrı bölüme ayrılmış senaryosuyla roman gibi bir film Breaking The Waves. Derin bir karakter analizi, izleyiciyi sersemleten çekim teknikleri, inanç-aşk-cinsellik ekseninde iddialı söylemleri olan karamsar bir roman… Her bölüm atlamalarında çalan müzikler dışında, filmde hiç dış ses kullanımı yok. İnsanın içini bu kadar acıtan bir dramda, ben buradayım diye bağıran müzikler (Bob Dylan, Deep Purple, Elton John…) yerleştiren Trier’in yapıtına ve kendine güvenini hissetmek mümkün. Omuz kamerası kullanımı, yönetmenin kariyeri boyunca kafasına taktığı nesneleri insan gözünden bakıyormuş gibi, hareketli, yapay ışık kullanmadan aktarma çabasının sonucu. Yerinde mekân seçimi ve olağanüstü bir Emily Watson oyunculuğuyla birleşince bu seçim, gözü aşırı yorması dışında olumlu okunuyor. Öylesine gri bir havası var ki öykünün, sanki her sahne Bess’in kişiliğini bütünlüyor. Biz onun hikâyesine gizlice dâhil oluyoruz, Bess kendini izleyen gözleri fark ettiğinde öyle bir bakış atıyor ki, kameradan kan damlıyor.

Suçluluk duygusu dedik, filmin merkezinde kendine yer bulan, patlama anlarından birisi bu. Bess, Jan’ın dönmesini dilediği ve Tanrı’nın onu cezalandırarak Jan’ı yatalak bıraktığını düşünüyor. Jan ise kadınının tutkularına yanıt veremediği için kendini suçluyor, onu başkalarıyla ilişkiye girmesi için ikna etmeye çalışıyor. Bess’den yaşadıklarını anlatmasını istemesi, kanımca filmin belaltına vurduğu an oluyor. Jan’ı düşünelim, Bess’in kendine olduğu kadar âşık değil ona, yönetmenin kurduğu inanç denkleminde yeri yok, ilk birliktelikleri haricinde hep edilgen konumda zaten. Yattığı yerden kurtulup Bess ile mutlu bir hayat sürme amacı yok, mevcudiyetini kabullenmiş durumda. Arzulanan, özlenen, kurtarılmayı beklenen bir figür gibi… Bu noktada Bess’den diledikleri izleyiciyi acıtmasına acıtıyor fakat inandırıcılık içermiyor. Jan belki de kendi istekleri için değil de, Bess’in kendinden başkasıyla olmayı kabullenemeyeceğini düşündüğü için böyle davranıyor, Trier’in Bess’e yoğunlaşmaktan diğer karakterlere pek yoğunlaşmadığı ortada. Kendisi de yarattığı kadın karakterden çok memnun olacak ki Dogville, Manderlay ve Dancer in the Dark’ta aynı formülden şaşmadı. Bu üç filmde de başroldeki kadın oyunculardan üst düzey performanslar aldı. Bütünleyici bir bakışla bu karakterlere yaklaştığımızda (Grace, Bess ve Selma) içlerindeki iyiliğin kurbanı olduklarını, hayatları önce tozpembe görünse de zamanla çıkmazların etraflarını sardığını, çaresizlik içinde düzene karşı savaştıklarını görürüz. Trier’in öyküleri ise hep akla gelebilecek en kötü sondan biraz daha kötü biter. Breaking The Waves’de ise yönetmenin inanca bakışı son kertede izleyiciyi sarsar. Bess, Jan’ın iyi olması yolunda kurban edilmiştir. Bess yatay konuma geçtiğinde Jan dikey konuma geçer. Film boyunca tutkuları ve inancı uğrunda acı çeken Bess, tamamıyla yok olduğunda aslında amacına da ulaşmıştır. İkinci defa Tanrı Bess’e kötü bir şaka yapar. Gerçekleşen dualar ve beklenmedik sonuçlar sinema ve edebiyatın yakın olduğu konulardır, Breaking the Waves’deki kötümser inançlı yönetmen dinin olmazsa olmazlığını kabullenmiş olsa da, sırtını güvensizliğe yaslar.

Sinemada oyuncuları oynatmanın yönetmenle ne kadar ilintili olduğuna önemli bir örnek teşkil ediyor Breaking The Waves. Emily Watson’un bu filmle parlaması iyi mi kötü mü oldu bilinmez, kariyerine zirveden başlayıp, sonrasında aynı başarıya bir daha ulaşamadı. Oscarlar’da Emily Watson’un hüzünlü yüzünün karşısında, en iyi kadın oyuncu için Coen mucizesi Fargo’nun her hareketiyle izleyicinin yüzünde bir tebessüm bırakan, karlı yollarda hamile haliyle dolaşan dedektif, Frances McDormand vardı. McDormand, Watson’u tecrübesinin de etkisiyle geçerek ödüle ulaştı. Fargo pek çok karakterden besleniyordu, oysa Breaking the Waves, Bess’in kalbinden bir parça gibiydi. Kendi çevresinin peygamberiydi Bess, Dogville’de daha belirgin olsa da Trier merkeze aldığı karakterlerine mesih özellikleri yüklemeyi pek seviyor. Bess’in “aşk” uğruna kurban edilişi, filmin sonunda gökyüzünde yankılanan çan sesiyle kurgulanınca, öykü tanıdık gelmiyor mu?

Breaking the Waves’e dair daha bir torba dolusu söz edilir fakat Dogville’e de yer ayırmak adına burada kesip, kısaca bu filmin sonrasından bahsedelim. Bu filmden sonra Riget projesinin ikinci bölümüyle televizyona dönüş yapan Trier, 1998’de o güne dek çektiği, Dogma kurallarına en sadık filmi Idioterne ile toplumsal yaşamı sorgular. Burjuvazinin yaşamından uzaklaşmak ve onunla dalga geçmek adına bilinçli bir şekilde aptalca davranmaya karar veren bir grup gencin öyküsünü anlatan film, cesur çekimleri ile epey ses getirir. Idioterne sonrasında yönetmen sonunda Altın Palmiye almayı başardığı müzikal filmi Dancer in the Dark (Karanlıkta Dans) ile Çek göçmeni Selma’nın (Björk) melodramını beyazperdeye taşır. Filmde Selma, oğlunun tedavi masraflarını karşılamak için bir fabrikada işe girer, kendisi de kör olmak üzeredir. Sırtındaki bu yüklerle ayakta kalmaya çalışırken, bir de cinayete karıştığında Selma iyi niyetinin kefaletini ödemeye başlar. Selma’nın yürek dağlayan hikâyesinin ardından 2003 yılında, sinopsisini üç yıl önce yazdığı, sinemanın anlatım yapılarını altüst ettiği filmi Dogville’e sıra gelmiştir.

Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here