Ana sayfa 1990'lar 1997 Funny Games

Funny Games

1892
0

 

funny-games

 

Film başlıyor! Henüz ne alacalı yazılar var, ne bir jenerik. Fonda bir opera, metrelerce uzakta arkasına teknesi bağlanmış bir arabaya takılır kamera… Björling, Suliotis ve Tebaldi… Doğru cevap Tebaldi, operayı seslendiren tenörün adı. Sorma sırası annede. Gigli’den sordu ama hangisi acaba? Ailemizin tatile giderken yolda oynadığı entelektüel “opera sanatçısını bilme oyunu”yla, dinlendirici ezgilerle perde açılıyor. Arka koltukta biricik çocukları, köpekleri, tekneleri, tatil ve parti planlarıyla ideal aile görüntüsü çiziliyor. O anda ekranda filmin adı kırmızı, kalın, çirkin bir yazıyla ekranı kaplıyor, telli çalgıları bastıran John Zorn’un kulak tırmalayıcı heavy metal parçası seyirciyi silkeliyor, olacaklara hazırlıyor. Zaten bir türlü ısınamadık aileye, kamera o kadar uzaktan alıyor ki görüntüyü, tam aileyi tanıma aşamasındayken bulutlara yükseliyoruz. Bir filme bu kadar kötü başlanabilinir. Genelde filmler ferah başlar, izleyiciyi içine çeker, karakterleri tanıtır, yavaşça konuya girilir, olumsuzluklar başgösterir, mücadele başlar, sorunlar çözülür ve son… Oysa gerçekte böyle midir? Av olduğundan haberi olmayan hayvanların çekime alındığı belgeseller vardır ya hani, bu da bir belgesel, aynı zamanda kurgusal, taraflı olduğu ise su götürmez. Christoffer Boe’nin Reconstruction’undan alıntılarsak “Bu sadece kurgu, ama acı veriyor.”, zaten Paul de vakti gelince doğrular “Kurgu gerçektir.”

 

Orta-üst sınıfa dâhil olan ailemiz, tatillerini geçirmek için göl kıyısındaki yazlıklarına giderler. Anna (Susanne Lothar) ve Georg (Ulrich Mühe) çocukları Schorschi ile sorunsuz bir yaşam sürmektedir. Kendilerine biraz tuhaf davranan komşularıyla konuşup tatil için geldikleri yazlık eve yerleşmeye başlarlar. Baba ve oğul tekneyle ilgilenirken, yumurta istemek için eve gelen ve komşu olduğunu iddia eden Peter (Frank Giering) kendisine verilen yumurtaları iki kez düşürüp kırar. Anna’yı durum biraz sinirlendirir, fakat sineye çeker. Ardından gelen Paul (Arno Frisch) ise daha rahatsız edicidir. Evdeki golf sopasını kullanmayı rica eden Paul ile birlikte Anna da evdeki gençlerin varlığından rahatsız olmaya başlar. Kocasına şikâyet ederek gitmelerini ister. Eve Georg’un da gelmesinden sonra gittikçe alevlenen tartışma Peter ve Paul’un aile üyelerine oynayacakları sadist oyunların başlangıcı olur.

 

Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin (The Piano Teacher, Code Unknown, Benny’s Video, Cache) Cache’den sonra en geniş kitlelere eriştiği, bünyelerde en çok hasar bıraktığı, tartışmalara konu olduğu filmi Funny Games. Kendi anlatım dilini oluşturmuş, bireysel ve kibirli filmler çeken, hedef tahtasına her daim burjuvazi, iletişimsizlik, medya eleştirisi ve önyargıları yerleştirmeyi görev bilmiş sinemayla felsefeyi harmanlayan bir yönetmenin bu filmini bu kadar popüler yapan nedir? Herkesin karşısına oturup, iyi vakit geçirip, başkalarına tavsiye edebileceği türden bir film değil çünkü. Bu noktada Haneke’nin hata olarak da okunması mümkün seçimi giriyor devreye. Filmin konusunu kısaca okuduğunuzda, iki sadist gencin bir grup insanı çeşitli oyunlarla işkencelere tutması korku sinemasının en klişe örneklerinden birisidir. Texas Chainsaw Massacre veya Scream serisi tadında bir gece yarısı filmi midir peki Funny Games? Aksine şiddet filmlerinin ağır bir şekilde eleştirilmesi filmin sac ayaklarından birini oluşturur. Gelelim kimilerinin hata olarak yorumladığı noktaya; “Şiddet filmlerinin eleştirisini yapmak için bir şiddet filmi yapmak ne derece adildir?” Funny Games’te Hollywood’un formülünden çıkma şiddet filmlerin kullandıkları teknikler tersyüz edilir, şiddet taklit edilmez seyirciye yaşatılır. Wim Wenders’ın The End of Violence filmi, fikir olarak ayakları yere sağlam basan bir yapım olsa da şiddeti hiç göstermeden, seyirci ile empati kurma kısmında sıkıntı çekmiştir. Peki diğer “şiddet” eleştirisi yapan filmler? Pek çok açıdan Funny Games’den üstün bir film olan Clockwork Orange ve Natural Born Killers eleştirdikleri sistemin çarklarını öylesine kullanmışlardır ki anlatmaya çalıştıkları fikirleri seyircide uyandırmaları mümkün olmamıştır. Söylenecek sözlerini daha estetik yollarla ifade eden bu filmler seyirciyi yıkarak ve sıkarak düşündürmek yerine, gözalıcı atmosferler, ikon karakterler yaratarak seyirciyi kendilerine bağlayan sürükleyici bir anlatı yapısını tercih etmişlerdir. Çünkü öyle bir atmosferde kurulur ki planlar izleyicide “haz” duygusu uyandırır tecavüz ve cinayetler. Belki bu paradoksal anlatımlarıdır onları farklı kılan da…

 

Benny’s Video’nun insani değerlerden elini eteğini çekmiş, iletişim anlamında tamamen yalıtılmış, perdelerini açmayıp bir kamera aracılığıyla sokağı seyreden, varlıklı bir ailenin çocuğu olan 14 yaşındaki Benny’i düşünün. Domuzları öldürdüğü küçük silahla yeni tanıştığı kız arkadaşının canına kıyan Benny’i… O zaman Benny için bu bir deneydi. Sürekli gördüğü şiddet manzaraları karşısında harekete geçmeye, insanoğlunun güçlü dürtülerinden birisi olan “bir kere deneme”ye karar vermişti. O gün Benny’i canlandıran Arno Frisch 5 yıl sonra soğukkanlılığından hiçbir ödün vermeden bir seri katil olarak iş başında. Öldürmeyi seviyor, Georg “Neden?” diye sorduğunda ise “Neden olmasın?” cevabını verecek kadar bireysel, izole bir yaşam sürüyor. Anna’ya gelince, Susanna Lothar sinema oyunculuğu namına önemli bir tebriği hakediyor. Film boyu ilerleyen fiziksel ve zihinsel anlamda aşağılayıcı “şiddet” Anna’nın adım adım yüz ifadesinden veriliyor. Sonlara yaklaştıkça kameranın Anna’nın yüzüne yaptığı yakın çekim planlar tüm insani ve ailevi değerlerini yitirmiş bir kadının portresini sunuyor. Ulrich Muhe ve Frank Giering de ekonomik ve inandırıcı oyunlarıyla filme katkı sağlıyor. Böylesine söyleyecek şeyleri olan, iddialı filmlerde derinlemesine karakter analizleri yapmak mümkündür. Haneke filminde buna izin vermiyor. Verse de üzerine bizim bir şey koyamayacağımız, katı kurallar dâhilinde yapıyor işini. İzlediğimiz beş insanın ne geçmişi, ne de hayatta kalanların geleceğine dair bir bilgimiz yok. Örneğin; iki sadist gencin bu işkenceleri neden yaptıkları filmin en büyük gizemi. Georg kendilerine uygulanan saldırının sebebini sorduğunda, Paul; arkadaşının babasının kendisini terk ettiğinden, esrarkeş kardeşlerinden bahseder sonra vazgeçer, aşırı zenginlikten düştüğü boşluktan olduğunu anlatır. Sürekli hikâyeyi karıştırarak, Georg’a ve izleyiciye tatmin ve rasyonelleşme fırsatı tanımaz. Bilinen tek şey, yaptıkları işkencelerin bu aileye özgü olmadığıdır. Georg ve Anna evlerine giderken, yolda komşularının evinin önünden geçerler. O sırada komşuları tuhaf davranışlar sergiler, bahçede yine anne baba ve iki tane genç bulunmaktadır. Neden orada olduklarını, ne yaptıklarını o an anlayamazlar, iki genci akraba falan diye düşünürler. Sorma ihtiyacı da hissetmezler, filmin alt metinlerinden birisi ise işte bu iletişimsizliktir. Umursamadan geçtikleri komşularının akıbeti ile kendi gelecekleri benzer olacaktır. Hatta gençlerin, onların akrabasıymış gibi yapıp yumurta isteyecekleri üçüncü ailenin de… Karamsar bir akış…

 

Kıyafetler, geyik muhabbetleri ve objelerin, karakter çizimi ve öykü gidişatına önemli etkisi var. Gerilim filmleri genelde karanlık ortamlarda, korkuyu sembolize eden koyu renk tonlarda çekilir. Filmde olaylar öğleden sonra yeşilliklerin arasında, aydınlık havada başlıyor, iki saldırganın kıyafetleri ise yaptıklarıyla alay edercesine bembeyaz, diğer katillere gönderme yapan eldivenleri bile… Sonunda yaptıkları Kelvin tartışması onları kültürlü ve soğukkanlı kılıyor. Birbirleriyle sohbet ederken kullandıkları ahmakça sohbetlere sebep olan “şişko” dışında “Beavis-Butthead” ve “Tom-Jerry” aşırı karikatürize edilmiş pop/tüketim kültürü ikonlarının yansıması. Haneke her zaman olduğu gibi medya eleştirisini ihmal etmiyor. Belki her akşam televizyonda -kurgu veya gerçek fark etmez- birbirini öldürenleri izleyen Schorschi bilinçaltındaki bilgiler ışığında Paul’den kaçıp bir eve saklandığında, bir silah bulup onu Paul’e ateşlemeyi düşünebiliyor. Ne durumda olursa olsun bir çocuğun aklı nasıl bu kadar öldürmeye yatkın olabilir? Çocuğun öldürüldüğü sahnenin öncesinde Peter’in izlediği yıkım odaklı tsunami görüntüleri, araba yarışındaki kaza anı, şiddetin müşteri odaklı pazarlanmasına işaret ediyor. O sırada Paul odadan çıkıyor kamera onu takip ediyor ve kırılma noktası… Schorschi’nin kanları televizyonu kaplıyor bir sonraki sekansta. Araba yarışı devam ediyor. Şiddetin bireylere sindirilmesi sonucunda ve belki de o anlık dolmuşlukla vuruyor Peter çocuğu. Biz ölüme tanık olamıyoruz. Gerilim filmlerinin en büyük kozlarından olan ölüm sahnesini Haneke izleyiciye göstermiyor bile, onun yerine Paul’un sandviç hazırlamasını seyrediyoruz. (Gençlerin Anna‘yı zorla soyundurdukları anda kamera Anna‘ya hiç dönmez, filmin en zekice tercihlerinden birisi budur.) Ani ölüm sebebiyle telaşlanan gençler evi terkediyor, kamera yine anne babaya çok uzak. İfadelerini, hislerini içimizde yaşayamıyoruz. Hollywood’un temel taşı olan “özdeşleşme”ye ters düşüyor bu durum. İşte bu noktada tüketici konumunda olan izleyiciler oklara hedef durumda. Haneke’nin buradaki hatası izleyiciyi eleştirirken kendi sahnelediği acımasız şiddeti bir an için unutması… Metalik araba yarışı seslerine biraz daha katlandıktan sonra Anna televizyonu kapatıyor. Şu an her şey bitmiş olabilir, anne ve baba kurtulabilir. Ama Paul’un de dediği gibi “Bu hiç de cesur bir davranış değil! Uzun metraj için yetmez.” Film devam ediyor.

 

Anna ve Georg için çizilen hayata neler dâhil peki? Çocukları, köpekleri, tekneleri, golf takımları, yazlıkları… Bunlar hep ideal “mutluluk” kavramının bileşenleri tipik bir aile için, fakat ne yazıkki ya sahip olduklarını kaybediyorlar, ya da sahip oldukları yokoluşlarının sebebi oluyor. Georg’un bacağını Paul, pahalı golf sopasıyla kırıyor, Anna’nın ölümü ise tekneden düşerek… Bunun dışında aile hakkında net bilgiler verilmiyor. Haneke’nin takıntı haline getirdiği burjuva eleştirisi, bu filmde çok yer bulmuyor kendine. Çünkü işkenceler esnasında aileyi suçlamak imkânsız. İlk tokat Georg’dan gelmiş olabilir ama bu davranışın yapılanları meşrulaştırması söz konusu değil. Herhangi bir filmde olduğu gibi bu filmde de seyirci suçsuzsların tarafında. Ne zaman kurtulacaklar, nasıl kaçacaklar diye beklerken Paul kameraya dönüp izleyicileri de odaya dâhil ediyor, oda daralıveriyor. “Ne düşünüyorsunuz? Sizce şansları var mı? Onlardan yanasınız, değil mi?” Nasıl olması beklenebilir ki, kör göze parmak bir konuşma, Haneke’nin yer yer başarıyla uyguladığı fakat bazen yerinde kullanmadığını düşündüğüm kibirli bir sorgulama… Oysa meşhur kumandayla geriye sarma sahnesindeki kurgu oyunu filmin akışı ve amacı dâhilinde düşünüldüğünde akıllıca ve çarpıcıdır. Paul’un Anna’ya bir şeyler anlattığı sırada Anna birden tüfeğe sarılıp Peter’i öldürür. Paul ise elinden tüfeği alıp kumandayı aramaya koyulur, geriye alma düğmesine bastığı gibi olaylar başa sarılır. Silahı almaya yeltendiği anda Anna’nın tüfeği almasına izin vermez, Anna’yı cezalandırmak için ise Georg’u vurur. Pesimizmin doruklarındaki bu sahne içerik itibariyle ağırdır, hazmedilmesi zordur. İzleyici konumundaki “biz”in tüm umutlarını ve intikam duygularını yerle bir eder. Peter’in öldürüldüğü anda ister istemez bir rahatlama duygusu oluşur. Oysa ölüme sevinmenin yarattığı sevinci, katı bir vicdan sorgulamasına çevirir yönetmen. Yine izleyicideki özdeşleşmeyi, filmle bağı koparan anlardan birisi sayılabilecek bu gerçeküstü kurgu “mainstream” sinemaya göndermelerden birisidir. O filmlerde iyiler daima bir yolunu bulup kazanır, fakat izlediğimiz 100 dakika içinde buna yer yok. Haneke şok üstüne şok ile seyirciden uslanmasını, cinayetleri kabullenmesini ister. Gençler çocuğu öldürdükten sonra evden kaçınca Anna ile Georg’un ne yapacağını bilmez bir şekilde kurtulma yollarını aradığı anda bile, tüm açık kapılar kapanır. İkisinden de hiçbir mantıklı ve zekice bir hamle gelmez. Dakikalarca evdeki ıslanmış telefonu kurutmaya çalışırlar, hangi kapıdan çıkacaklarını düşünürler. Anna evden kaçıp yardım aramaya çıktığında bile bir şekilde yakalanır. İşkence henüz bitmemiştir. Hala uslanmayan izleyiciyi son darbeyle nakavt etme zamanı gelmiştir. Filmin başında dikkatli bir polisiye izleyicisinin gözünden kaçmayacak bir sahnede, baba ve oğlu tekneyi hazırlarken tekneye düşen bıçağın ileride karşımıza çıkacağı gün gibi açıktır. İki genç Annayı bağlayıp tekneyle açıldıklarında, Anna bıçağı fark eder, iplerini kesmeye çalışır. “Hadi Anna!” iç sesleri eşliğinde geçiveren sekansta gayet donuk ve alaycı bir şekilde Paul bıçağı alır, Anna’yı suya bırakır.

 

Funny Games merkezine koyduğu temaları izleyiciye soğuk bir dille, film estetiğinden nasibini almamış bir şekilde alttan alttan veriyor. Pek denenmemiş yapılarda, kendine özgü temellerin üzerine oturtuyor yapıtını. “Nedensiz şiddet”in nedenlerini aramıyor, kavramı olduğu gibi kabullenip etrafında dolaşıyor. Sorular soruyor, yanıt vermiyor. İyimser insanların hayatın tozpembeliğinde gözünden kaçanları, son derece karamsar bir zihinden çıkan düşünce tohumlarıyla ekip biçiyor. Film bittiğinde ne tohum kalıyor ne de tarla…

 

Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com

 

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here