Ana sayfa 2000'ler 2000 Songs from the Second Floor

Songs from the Second Floor

2111
0

Songs from the Second Floor

Tanrısal ve ilahi olanın gücünü kendi üzerinde gören ve insanları bu görünmez güçle uzun yıllar idare eden din kurumları ve bunların yaydığı toplumsal hayatı şekillendiren bir takım dogmalara karşı, gücünü aydınlanma felsefesinden alan ve geleneksel olandan kopuşu, bireysel olana doğru geçiş sürecini vurgulayan modernitenin ne yazık ki geçen zaman içinde, aslında insanoğlunu istendiği gibi ileriye değil, daha da geriye götürdüğü görüldü. Merkezine rasyonalizmi alan modernite, laik bir sistemi getirirken, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi gibi gelişmelerle kendini de çağa uydurdu. İster kapitalizm deyin, ister gelişen teknoloji ve sanayileşme deyin sonuçta bunların hepsi moderniteyi bugünkü haline getirdi. İnsanoğlu her şekilde bu dişlilerin arasında sıkıştı ve sıkıştıkça daha da kendi içine kapanır hale geldi. Önce toplumdan uzaklaşarak yerleşik değerleri reddetti, sonra kendi başına ve güvenli yuvasında kimseyle herhangi bir sosyal ilişkiye girmeden yaşamayı tercih etti.

Roy Andersson da İkinci Kattan Şarkılar isimli filmiyle, Batı toplumlarını ve moderniteyi o kadar güzel eleştirmiş ve mercek altına almış ki, hayran olmamak elde değil. Her şeyden önce filmin isminde bahsi geçen ikinci katın açıkça Avrupa oluşu ve burada yaşayan insanlarında modern Batı toplumlarında yaşayan insanlar olduğunu belirtmek gerekir. Film; başta sistemin sıkışmış olduğunu, din kavramını, geleneklere sırtımızı dönüşümüzü, tecrübelerimizin bize fayda sağlamadığını, bireylerin toplumdan koparak çaresiz ve bir başına kalışlarını, onların umutsuzluklarını, yitik ruhlarını ve modernite ve birey arasındaki çatışmaya konu olacak daha pek çok mevzuyu İskandinavya’nın o soğuk, donuk ve mat atmosferi içinde anlatıyor. Film bir bütünlük gözetmeden parça parça ilerlerken her bir parça diğerini tamamlıyor. Kimi karakterler simgesel olarak çeşitli özellikler barındırıyor. Kimileri bir başka karakterin durumunu netleştirmemizi sağlıyor. Aralarda tekrarlanan diyaloglar ise, filmin ana teması olan sıkışan ve bir türlü ileriye gidemeyen, sürekli yerinde sayan sistemin sorunlarını işaret ediyor.

Birey toplumdan koparak yaşadığı bunalımı aşamayınca ister istemez hayat alanı ve özgürlüğü sınırlanıyor. Özgürlüğü sınırlanan birey sürekli kısır bir döngünün etrafında dönüp duruyor. Filmdeki saplanılıp kalınan yer, işte bireylerin bu içsel hapislerini vurguluyor. Toplumdan kopan ve bu hapiste yaşayamayan birey ise anlam kaybı yaşıyor. Kendini bir boşlukta ve anlamsızlığın içinde hissediyor. Toplumsal hayatın hemen her yerinde kurumsallaşmış olan modernite her yerde bireyin üstüne gelirken, bireyinde kaçış alanları sınırlanıyor. Sözde her birey eşit ve özgürdür. Ama, filmin açılışından bir diyalogla devam edecek olursak: “Sadece mutsuzluğun olduğu bir yerde kalmanın anlamı nedir?” Sözde özgürlüklerimiz ve eşitliğimiz, demokrasi ve bürokrasi ne yazık ki bireyi mutlu kılmaya yeterli olmuyor. Bunun yerine mekanik bir biçimde işleyen bürokrasinin kölesi durumuna düşen ve kendi öznel varlığını günden güne yitiren, toplumsal olanla bağını kaybetmiş, kolektif bilinci erozyona uğratılmış bir birey motifi ortaya çıkıyor. Bu birey de doğal olarak mutsuz ve yaşama anlamını kaybediyor. Sorun artık topluma ayak uyduramama sorunundan çok öteye giderek, bir varoluş problemi haline geliyor. İnsan olmak kolay değil diyordu, filmde her şeyini kaybeden bir karakter. Bunu anlamak içinse yolun sonuna kadar gitmeye ne gerek var? İnsan doğaya egemen olup istediği gibi üretime geçtikten sonra, sanayileşerek ve teknolojiyi geliştirerek madde üzerindeki hakimiyetini pekiştirdikten sonra işler bir türlü istenildiği gibi gitmedi. Bu süreç geriye doğru işlemeye başladı. Sahip olduklarımız bize sahip olurken, etken konumundan edilgen konumuna geçerken hala ileriye gitmek için kendi kendinizi paralıyoruz. Yönetmen bunu da güzel bir sekans eşliğinde ekrana getiriyor. Karakterler konuşurken, bu esnada arkadan geçen ve birbirini kırbaçlayan, ilk görüşte izleyene manasız ve garip gelen bu kalabalığın sırrı sonradan ortaya çıkıyor. Birbirlerine acı çektiren o kalabalık aslında daha iyi olmak için çırpınan ve maddenin bağımlısı olan (yoksa gönüllü kölesi mi demeli) bir grup insandan başkası değil. “Modern insanın mastürbasyonudur kendini geliştirmek” diyen, Nietzsche değil miydi? Nietzsche’ye selam olsun bir yüzyıl ötesinden. Gelişiyoruz ama, kendimize bakmadan. Oysa geride bıraktıklarımız benliğimiz ve ruhlarımız…

Filmde asker üniformalı karakterlerden biri; “Yaşam zamandır ve zaman akan bir yoldur. Bu yaşamı bir yolculuk yapar. Yolculuk içinde pusula ve harita gerekir. Bizim harita ve pusulamız ise, geleneklerimiz ve tarihimizdir.” diyordu. Modernitenin geleneklerden kopuşu ve bireysele yönelişi temsil ettiğini göz önüne alırsak, yönetmen sizce eleştiri oklarını nereye yöneltiyor dersiniz? Pusulasını ve haritasını kaybeden, bu sıkışmışlığın ve çürümüşlüğün içinde kaybolmuş insan; modern insandan başkası değil. Herkesin mekanik bir biçimde tekdüze yaşadığı, hemen herkesin aynı yöne baktığı, aynı tepkileri verdiği, daha doğrusu tepkisizleştiği, yaşayan ölülerden farkı kalmayan modern insan… Filmde sokakta dayak yiyen bir adamın ve elini kapıya sıkıştıran başka bir adamın olduğu sahneler var. Bu sahnelerde etraftaki kalabalığın olayları büyük bir soğuklukla izlemesi ve hiçbir şey yapmaması gerçekten şok edici. Sahneler yönetmenin abartılı yönetimiyle absürdleşiyor, fakat insanın içine düştüğü güvensiz durumu çok net bir biçimde açıklıyor. Mekanikleşmiş bir toplumda yaşayan bireyler de bu toplumun içinde gittikçe mekanikleşiyor ve bu toplumun birer dişlisi haline geliyor. Düşene ve dışlanana kimse yardım etmiyor, tersine bütün kapılar düşenin üstüne kapanıyor. Yine filmden anlamlı bir diyalogla az önce sözünü ettiğim yaşam yolculuğunun topluluk üzerindeki etkisine vurguda bulunmakta fayda var. Çöplerin arasından kendisine yarar sağlayacak bir şeyler bulmaya çalışan evsizin biri: “Görünüşe göre bütün şehir aynı yöne doğru yolculukta.” diyor. Haritasını ve pusulasını kaybetmiş bu kalabalık güruh aynı yöne doğru yolculuk ederek, bir nevi yeni bir kavimler göçü başlatıyor. Daha doğrusu başlatamıyor. İlerleyebilseler belki… Ama sahip olduğu her şeyden kopmuş bu kendini bilmez kalabalık sistemin içinde sıkışmış vaziyette ve sıkışan sistemde ilerlediğini zannediyor. Çok sonra akıllara geliyor şoföre neredeyiz biz diye sormak. Ama artık iş işten geçiyor. Şoförün daha birkaç metre ilerledik cevabıysa, biz izleyenleri şaşırtmıyor.

Yönetmenin moderniteye ve insanoğlunun kendini geliştirmeye olan tutkusuna yönelik bir başka eleştirisi de filmin sonlarına doğru su yüzüne çıkıyor. Yaşlılardan ve din görevlilerinden oluşan bir grubun toplanarak, küçük bir kıza hatırlatmalarda bulunması bu sahneyi görünür kılıyor. Çok okuyunca ve tecrübe kazanınca neyin yapılıp neyin yapılamayacağını bilirsin diye bir çocuğa ders verirken yaşlılar meclisi, yönetmende aslında içine düştüğümüz hazin tabloyu gözler önüne seriyor. Önce öğütler verilen, sonrasındaysa gözleri kapatılarak kurban edilen küçük ve masum kız, esasında onların gençliklerinden başka bir şeyi simgelemiyor. Hepsi toplanarak, ritüelistik bir şekilde gençliklerinin baharını kurban ediyor. Ve ardından yine aynı soru: Neredeyiz biz? Birkaç metre ilerledik, ya da artık birkaç metre bile ilerleyemiyoruz. İlerleme sözcüğü artık anlam kaybına uğradı. Gençliğimizi çürüttüğümüz gelişim şimdi ters tepki veriyor. İleriye gidiyoruz, ama aslında geriye gidiyoruz.

Hayat bir pazardır diyerek İsa heykelcikleri satan bir aymazın ağzından yönetmen, sanayileşmeyi, pazar ekonomisini, kapitalizmi ve dini de al aşağı etmeyi ihmal etmiyor. Maddeleştirme her şeyde olduğu gibi dini de etkisi altına alıyor ve din de artık maddeselleşiyor. Dini ürünler de artık pazarda satışa çıkarılan ve pazarlanan sıradan ürünler halini alıyor. Artık insanların hiçbir şeyden korkusu kalmıyor ve para getirmeyen her ürün gibi, günü geldiğinde İsa heykelcikleri de çöplüğe atılıyor. İsa’nın doğum günü nedeniyle satış yapması düşünülen ve kurnazca planlanmış bir satış tekniği işe yaramazken, bu sahnenin ardından ekrana yansıyan ölülerin yürüyüşü sizce bir rastlantı mıdır? Filmde hem insanların kişisel vicdanlarını hem de toplumsal vicdanı (Nazi döneminde ölen Yahudilerle ilintili olarak) temsil eden ölüler, hayat bir pazardır diyerek kendi ruhunu da pazarlayan utanmazların vicdanını işaret etmiyor mu dersiniz? Filmde ölüler vicdani yanı temsil ettikleri gibi, yönetmenin kendi deyimiyle “geçmişteki hakiki ölüm” ile “gelecekteki daimi ölümü” de vurguluyor. İşte güzel bir metafor daha. Modern insanın trajedisi bilmiyorum, daha güzel nasıl anlatılabilir ki… Gelecekteki daimi ölümü yaşamakta olan bireylerin trajedilerini ekrana yansıtan Roy Andersson, filmini genel olarak İskandinavya atmosferi içinde verse de, anlatmak istediği aslında ele aldığı sorunlar itibarıyla çok daha geniş bir coğrafyayı kapsıyor. İnsanın dününü, bugününü ve olması muhtemel geleceğini anlatıyor. O anlatıkça ekran karşısında biz daha da küçülüyoruz. Bu çürümüşlüğün ve sıkışmışlığın bir türlü kesin nedenini ve çözümünü üretememenin verdiği sıkıntı, bir süre sonra yeniden kendini kayıtsızlığa bırakıyor. İşte yine başlıyor; modern insanın bilinçaltına işlenen o hiçlik hali. Yeniden dönüyoruz yuvalarımıza. Bir bira daha açıyoruz ve yola koyuluyoruz. Oysa sırtımıza yüklediğimiz o ağır yükler nereye gidersek gidelim bizle beraber geliyor.

Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com

Önceki makaleFrozen Land
Sonraki makaleUn Chien Andalou
1983, İstanbul doğumlu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü'nde yaptı. Altyazı dergisinde sinema eleştirileri yazmaya başladı. 2008’de Avrupa Sineması isimli web sitesini kurdu. 2011-2014 yılları arasında Hayal Perdesi dergisinde web sitesi editörlüğü yaptı ve derginin yayın kurulunda görev aldı. TÜRVAK bünyesinde çıkartılan Cine Belge isimli derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 2012’den beri Sinematek Derneği’nde Film Analizi dersi veriyor. 2013-2019 yılları arasında Türk Sineması Araştırmaları (TSA) projesinde koordinatör yardımcılığı ve içerik editörü olarak görev yaptı. 2018-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi'nde ders verdi. 2018-2021 yılları arasında Sinema Yazarları Derneği'nin (SİYAD) genel sekreterliğini üstlendi. Ayrıca Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam(2011), Sinemada Tarih Yazımı (2015), Erol Ağakay: Yeşilçam’a Adanmış Bir Hayat (2015), Oyuncu, Yönetmen, Senarist, Yapımcı Yılmaz Güney (2015)- Burçak Evren'le ortak-, Karanlıkta Işığı Yakalamak: Ahmet Uluçay Derlemesi (2016), Aytekin Çakmakçı: Güneşe Lamba Yakan Adam (2019), Osmanlı’da Sinematografın Yolculuğu (1895-1923) [2020], Derviş Zaim Sinemasına Tersten Bakmak (2021) – Tuba Deniz’le ortak-, Orta Doğu Sinemaları (2021) – Mehmet Öztürk’le ortak-, Türkiye’de Sanat Sineması (2022) isimli kitapları da bulunuyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here