İsveçli yönetmen Jesper Ganslandt’ın ilk filmi Farewell Falkenberg (2006); beş çocukluk arkadaşının yaşadıkları yer olan Falkenberg ile bağlantılarından yola çıkılarak hazırlanmış, büyümek istemeyen bireylere ve hayatın mekanikliğine dair çok özel bir filmdi. Yönetmen ikinci filmi Maymun’da (Apan, 2009) ise farklı bir tarz deniyor. Seyircileri de başkarakteri Krister gibi karanlık ve tedirgin edici bir hiçliğin içine sürüklüyor. Film, bir gerilim-suç hikayesinden çok bir hiçlik sorununa yoğunlaşıyor. İlk filminde Kierkgaard etkileri hissedilen yönetmen, ikinci filminde de Hiedegger’le Krister karakterinin yaşadığı bunalım arasında yakın bir bağ kuruyor.
Film, her yeri kan içinde uyanan Krister’in bu gizemi çözmeye çalışmasına odaklanıyor. Kısa bir şokun ardından üzerini temizleyerek, sosyal yaşamına devam etmeye çalışan Krister yavaş yavaş başına gelenlerin farkına varmaya başlıyor ve film bu noktadan sonra başkarakter üzerinden insanoğlunun karanlık yanlarına ve varoluş sorununa da değinmeye çalışıyor. Stilistik olarak Dogma tarzının benimsenmesi, bu anlamda seyircilerin Krister’in yaşadığı bunalımı ve gerilimi daha yakından deneyimlemesini sağlıyor ve yaşanan bunalımın etkisi arttırılmış oluyor. Bu aşamada Krister rolünü oynayan Olle Sarri’nin performansını ve yönetmenin oyuncusuyla olan çalışma şeklini de (emprovize bir çalışma metodu tercih edilmiş) övmek gerekiyor. Zira, filmin atmosferini kurmada bütün bu etkenler oldukça faydalı oluyor. Fakat filmin esas sorunu, atmosferden çok hikayenin alt metninde ortaya çıkıyor. Krister’in yaşadığı bunalımın nedenlerinin muallakta kalması, daha doğrusu insanın kötücül yanının yeterince ortaya konulamaması filmde yaratılan özenli atmosferin de havada kalmasına neden oluyor.
Heidegger’e göre; insan, bu dünyaya ne tanrının ne de kendisinin isteğiyle gelmiştir. İnsan varoluş nedenini asla bilemez. Bildiği tek şey bu dünyaya, ‘hiçliğe’ öylesine atılmış, bırakılmış, fırlatılmış olduğudur. Hiçlik üzerine fırlatılmışlık ve ölümlülük farkına varıldığında, bunaltı yaratır. Ama bunaltı (anksiyete) sayesinde insan ölümlülüğünü ve boşunalığını idrak eder. Maymun’da insan doğasına yapılan sınırlı sayıda (en çarpıcı olanı filmin finalinde!) vurgu, bize Krister’in de Heidegger’in anlattıklarını bir şekilde yaşadığını, ama bunu anlamlandıramadığını gösteriyor. Film ilerledikçe Krister’in aslında iyi bir aileye sahip, iyi bir işinin ve evinin, düzenli bir sosyal yaşamının olduğunu fark ederiz. Fakat hayatının bir noktasında yaşadığı bunalım anı, onun varoluşunda telafi edilemez bir kırılma yaşamasına sebep olur. Krister, bir anda hiçliğin ve bırakılmışlığın farkına varır. Eski yaşam alışkanlıklarını sürdürmesine rağmen, içindeki hiçlik onu kendisiyle yüzleşmeye çağırır. Bu hesaplaşma anı, bütün korkutuculuğuyla insan doğasına da gönderme yapar.
Bana kalırsa, filmin en büyük eksikliği bu hesaplaşma anını; yani Krister’in kendi doğasını fark ettiği bölümü yeterince aleni bir şekilde vurgulayamaması oluyor. Atmosfer konusundaki başarısı ve Krister’i canlandıran oyuncunun vücut dili ve mimikleriyle ruhsal durumunu, yaşadığı ikilemi dışarıya vurması bir yere kadar yardımcı olsa da, netice itibariyle Krister’in kendi doğasıyla yüzleşme bölümü yeterince öne çıkmıyor. Ancak, filmin finalinde çocuğun babasına söylediği söz ve finalde çalan Bob Dylan’dan Too Much of Nothing şarkısı eksik kalan parçaları birleştirmemize yardımcı oluyor. Yönetmen daha iyi bir şekilde filmini kotarılabilecekken, kurduğu atmosferle yetinmeyi tercih ediyor. Oysa Krister’in kendi varoluşunu sorgulama süreci daha fazla öne çıkartılabilseymiş, çocuğun finalde babasına söylediği söz ve Too Much of Nothing’in lirik olduğu kadar da çarpıcı sözleri daha anlamlı olabilirmiş. Maymun, nihayetinde kötü bir film değil belki, ama izledikten sonra ister istemez daha iyisi olabilirmiş demekten de kendinizi alamıyorsunuz.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com