Ana sayfa 1980'ler 1986 Offret

Offret

1737
0


“En arkhe en ho logos”: Başlangıçta söz vardı, diye başlar Yuhanna İncili. Dahası Yuhanna ancak ‘paylaşılan’, bir ‘Başkası’na edilen söze atıf yapar. Tek başına, kendi kendine, kalbine edilen, dahası kalbinden bile saklamaya çalıştığın sözün hikmeti ise bütün bir iletişimden uzaktır. Zira o ancak münferit olarak sessizlikle ifade edilir. O yüzdendir ki Kierkegaard, kimseye edilmeyen, dahası söze gelmeyen bir sessizliği ima edercesine “de Silentio” diye imzalamıştır Korku ve Titreme’yi. Hz. İbrahim’in sorumluluğu (response-bility) herhangi bir sözün (response) ufkuna dahil değildir: Çünkü, konuşmaya başlayan, konuşan artık tek başına, biricik, yegâne değildir; başkalarıyla paylaşan durumundadır, kamusal olana dahil edilmiştir (Derrida.)

“Kelimeler, kelimeler, kelimler” ile (Hamlet) başlayan daire “başlangıçta söz vardı” ile biter Tarkovski’nin Kurban’ında (1986). Bir Baba’nın oğluna (bir İbrahim’in bir İsmail’e) bıraktığı ‘söz’dür artık: Kendi içinde bile anlamsızlaşan, edildikçe değerini yitiren bir öbek harf yığını: “Peki ama neden baba?” diye bitirir sözünü çocuk. Film boyunca konuşmayan, adı bile olmayan (Küçük adam) oğul, mülkiyeti geride bırakıp deliren babadan miras kadar ödeyeceği bedeli de almıştır artık. Dahası baba oğul ilişkisi babanın sözü altında o kadar ezilir ki ne feda ne de kurban vardır aslında filmde: Alexander sessizce Moriya Dağı’na çıkmak yerine konuştukça konuşur ve oğuldan uzaklaşır.

Sözün anlamsızlaşması modernist edebiyatın arızalarından biridir zaten. O kadar laf eden yazarlar kadar (Joyce, Proust) anlamsız olduğunu bile bile bir söz yığınında boğulan kahramanlar (Beckett) arasında modernist edebiyatın elindeki tek silah sürekli tekler. Beckett’den söz etmem boşuna değil. Tarkovski’nin Kurban’ı hem teatral atmosferiyle hem de oyuncuların (kimi zaman düpedüz ‘oyuncu’durlar) grotesk monologlarıyla devinir durur. Araya uzun sessizlikler, bakışlar girer elbette. Her zamanki gibi düşler, köpek havlamaları ve anacıl kadınlar. Çehov’la Beckett arasında bir gerilimi kurar gibidir Tarkovski: Filmdeki Japon ağacı, Vişne Bahçesi’nde yıkılan ağaçlarla Vladimir ve Estragon’un altında Godot’yu bekledikleri ağacın kankardeşidir.

Bir felsefe metninin sınırında, ucunda kımıldar durur Korku ve Titreme. Kavramlarla yapıldığı söylenegelen, önermelerle, vargılarla, çözümlerle uğraşan, aklı, zihni, zekayı kötülediği anlarda dahi bunlardan vazgeçmeyen felsefe metinlerinin arasında “anlamıyorum” diyebilecek cesareti göstermiş bir metin. Anlamak gibi bir kaygısı da yoktur zaten Kierkegaard’ın:
“İbrahim’i anlayamıyorum. Ondan bütün öğrenebildiğim hayret etmek.”

Alexander da dünyayı anlayamaz artık: Gelişme, ilerleme çürümeden başka bir şey değildir. Her teknolojik yenilik yeni bir baskı, mutsuzluk ve hastalık belirtisidir. Kelimeler de anlamlarını kaybeder gitgide. Bütün bunları kendi kendine ‘söylediğinin’ de bal gibi farkındadır Alexander. Dahası kelimelerle o kadar çok kuşatılmıştır ki ‘hayret’ bile edemez artık. Hayret ancak susmakla olur, der çünkü sufiler.

Engels’in yanıldığı nokta neydi? Diyalektiği anlatmaya çalışırken doğadan, ‘insansız’ doğadan örnekler vermesiydi elbette. Oysa işin içine ‘insan’ girdikten sonra doğa ‘önceki’ doğa değildir artık. (Bildiğimiz doğa değildir, demenin anlamsızlığını söylememe gerek yok herhalde.) Doğaya temas eder etmez doğa artık doğa değildir diyordu Hegel… Alexander’ın da çıkmazı, ikilemi burada başlamaz mı: Ne kadar Japon kültürüne merak salsa da, arkasında yin-yang sembolü olan kimono giyse de insan olduktan sonra doğa o bütünlüğünü -eğer varsa- tekrar elde edemeyecektir.

Bütün bunlara rağmen bir Bütünlük fikrinden kaçınmaz Hegel. Olan biten her şey sonunda Bütünlük’te erir gider. Hiçbir kaçış, çıkış, aralık yoktur: Ölüm dahil. Oysa Kierkegaard’ın ister feda diyelim ister kurban, ele aldığı eylem Hegelci mantığın sınırlı ekonomisinde bir çıkıntı, oyuk oluşturur: Ölüm, feda, kurban, armağan ve aşk Bütünlük’teki gediktir artık. Armağan ekonominin parametrelerine dahil olmayan bir fazlalık, bir ‘lanetli pay’dır (Bataille.) Tanrı’ya armağan edilen kurban ise büsbütün bir çıkıntıdan başka bir şey değil. Hem “anlaşılmaz” olduğu için –anlaşılmaz olduğu için sessiz kalakalır Hz. İbrahim; kendine bile söyleyemez. Hem de “Mutlak Öteki”ne sunulduğu için. Dahası ‘mantık’ın sınırları dışında bir edimdir bu: Yakınlaşmak (kurban, kurbiyet, korban) için bütün Ötekileri (tout autre) feda etmek gerekir. Öteki’yle iletişimden feda etmeden, münferit, yegâne olmadan, etik’ten, kamusal sorumluluktan, ‘başkaları’ndan, aileden, sevdiklerinden uzaklaşmadan verilmesi imkânsız olan bir armağandır bu. Tıpkı her armağan gibi Bütünlük’ten koparılması gerekir. Nitekim Kurban’daki karakterlerin “doğum günü partisi”nde bir araya gelmesi, Alexander’ın Otto’nun armağanını kabul ederken “feda”dan söz etmesi de tesadüf değildir.

İnsanın doğayla ilişkisinin diyalektiğinde bir çıkıntı da yok mudur Kurban’da: “İlerleyen insanoğlu” dairesinde, nükleer bir patlamayla ‘gedik’ açılıverir. Bütün iletişim düzeneği (karı-koca, efendi-hizmetçi vs. ilişkileri), kamusal etik ansızın yıkılıverir birdenbire, dahası anlamsızlaşır. Kendi kendimize uzlaştığımız dilsel sınırlar, jestler, burjuva Bütünlük kendi ilerlememize kurban gidiverir birkaç dakikada. İletişim düzleminin, göstergebilimsel konuşmak gerekirse ‘kod’un yıkılmasıyla insanlar ne yapacaklarını şaşırıverirler.

Kierkegaard’ın ‘anlayışsızlığı’ ile kurban’a yönelik ‘kentli’ anlayışsızlık elbette bir değil. İlerlemenin kurbanı olan modern insan, feda’yı da kurban’ı da anlayamaz bir türlü. Kendi sıradan hayatını toplumsal hayata feda ederken Tanrı adına feda’ya karşı kayıtsız bir yabancılaşma hisseder. İronik olansa Wilde’ın dediği gibi sanatla hayatın ilişkisindedir: “Sanat hayatı değil, hayat sanatı taklit eder.” Kurban Bayramı’na, feda’ya, armağan’a ve “Mutlak Öteki”ne yabancılaşan kentli insanlar Alexander gibi yin-yangın, budizmin peşine düşmekten geri kalmaz.

Not: Bu yazı daha önce Kafaayari.com sitesinde yayımlanmıştır.

Celil Civan
celilcivan@gmail.com

Önceki makaleStalker -2-
Sonraki makaleIf I Want to Whistle I Whistle
Sinemaya gönül veren bir grup sinefilin kurduğu Avrupa Sineması internet sitesi, Avrupa sinemasını daha geniş kitlelere tanıtmak ve bu filmlerle ilgili ufak da olsa bir tartışma ortamı yaratmak amacıyla kuruldu. Sitenin kuruluş amaçlarından biri de; tür sinemasını da yadsımadan, sinemanın sadece bir eğlence aracı olmadığının vurgusunu yapmak. Metin Erksan’dan bir alıntı yapacak olursak; bilimlerin ve sanatların varoluşlarının sınırları, geçmişin derinlikleri içindedir… Sinema bilim; sinema sanatı ve sinema bilimi kapsamında; sanatsal düşüncenin ve uygulamanın, sinemasal düşüncenin ve uygulamanın, yaratısal düşüncenin ve uygulamanın, görüntüsel düşüncenin ve uygulamanın, çekimsel düşüncenin ve uygulamanın, oluşumunu, gelişimini, dönüşümünü saptar ve oluşturur. Bu nedenle bizler de günümüzde çekilen filmler dışında, geçmişin derinliklerine doğru bir yolculuk yaparak; bu sanatı etkileyen filmleri ve yönetmenleri de tanıtmaya, eleştirmeye ve onların sinemayı nasıl algıladıklarını kavramaya gayret ediyoruz. Bir yandan da sinemanın diğer sanatlarla olan ilişkisini, filmler bağlamında tartışarak; sinemanın diğer sanatlardan ayrı düşünülemeyeceğini savunuyoruz. Bu amaçlarla, birbirinden farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda çekilmiş ve birbirinden farklı türlerde pek çok film eleştirisine yer vermeye çalışıyoruz. Sinemayı bir kültür olarak gören herkesin katılımına da açığız. Arzu edenler mail adresinden bizlere ulaşabilir, yazılarını paylaşabilir ve filmlerle ilgili görüşlerini iletebilir.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here