Ana sayfa 2010'lar 2010 Biutiful

Biutiful

1459
0


Paramparça Aşklar ve Köpekler (Amores Perros, 2000) filminde, köpeklerle sahiplerinin hayatları arasında benzer bir ilişki vardır. Köpekler alana çıkartılarak, birbirleriyle dövüşmeye zorlanır. İçgüdüsel bir şekilde hayatta kalmak için karşısındaki rakibini öldürmek zorunda olduğunu hisseden köpeklerin ölümüne dövüşmesi gibi, onların sahipleri de sistemde ayakta kalmak için rakiplerini ekarte etmek zorundadır. Köpek dövüşü, bu yüzden güçlünün güçsüzü ezerek ayakta kaldığı modern dünyanın da bir metaforuna dönüşür. Sistemin en dibinde yaşayanların hayatlarının pamuk ipliğine bağlı olduğunu, hayatta kalmak için dövüşmek gerektiğini ve doğadaki düzen gibi sistemde de ancak güçlülülerin ayakta kaldığını bizlere hatırlatır.

Yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu son filmi Biutiful’da da sistemin işleyişine, benzer şekilde sistemin en altındakiler aracılığıyla vurgu yapıyor. Modern hayatın çıkmaza düştüğü yerde doğal seleksiyonun devreye girdiğini, hayatın devamlılığı için güçlünün güçsüzü ezdiğini bir kez daha gösteriyor. Fakat bu noktada, yönetmen Inarritu’nun başkarakteri Uxbal’ı metafizik güçlerden de destek alarak bir modern zaman peygamberi gibi sunması, açığa çıkarılan sistemin aslında doğal düzenin bir sonucu olduğu algısı uyandırarak, sistemi olumlama tehlikesini de beraberinde taşıyor. Ayrıca günümüzde egemen olan eşitlikçi, çokkültürlü, “öteki” ile güçlü bir ilişki kurmayı salık veren liberal söylemin de hangi koşullarda geçerli olduğunu hatırlatıyor.

Manik depresif karısıyla ve iki çocuğuyla ilgilenen Uxbal, bir yandan çatırdayan ailesini ayakta tutmaya çalışıyor bir yandan da yakalandığı prostat kanseri nedeniyle her geçen gün ölüme daha çok yaklaşıyor. Bu yüzden de arkasında yarım kalmış bir iş bırakmak istemiyor. Tanrı vergisi yeteneği sayesinde yeni ölmüş insanların öbür dünyaya rahatça ulaşmalarına yardımcı olan Uxbal, yaşayanlara ise aynı hassasiyeti göstermiyor.

Filmde Uxbal’ın vicdanını da simgeleyen ölülerin karanlık siluetleri, bir yerden sonra Uxbal’ın vicdanını ve iç çatışmasını dışarıya aktarmaktan çok, onun kutsanmışlığını vurgulamaya başlıyor. Sistemin görmezden geldiği “öteki”leri, ailesine kendisinden sonra iyi bir gelecek bırakmak için sömüren Uxbal, buna rağmen son kertede yıkık dökük evinde peşini bırakmayan karanlık siluetlerden kurtulmayı ve vicdanını temize çıkarmayı başarıyor.

Özellikle Batılı liberal söyleminin vurgu yapmaktan haz aldığı “çokkültürlülük”, bu noktada bir kez daha karşımıza çıkıyor. Şehirde en kötü şartlarda yaşayan, emeği sömürülen ve ötekileştirilen göçmenlerden oluşan çokkültürlü bir kozmopolit yapı, ancak sözde kalıyor. Babil’de (Babel, 2006) “anlaşılmak istiyorsanız dinleyin” sözünü düstur edinen Inarritu, Biutiful’da da aynı retoriğe yaslanıyor; ama bu sefer dinlemenin tek başına yeterli olmadığı ortaya çıkıyor. Çok kültürlülüğün, küreselleşme ve göçmenlik gibi faktörlerin de etkisiyle giderek arttığı heterojen ve liberal bir toplumda, “ben” ve “öteki” arasındaki mesafe de gittikçe açılıyor. Fakat Inarritu bunu ekrana taşırken, liberal söylemin iflasına vurgu yapmaktan çok, son kertede temizlenen vicdanı öne çıkarmayı tercih ediyor. Bu da temsili düzlemde, bir tür günah çıkarmaya dönüşüyor: “Gerçekten iyi niyetle istedik ve denedik ama olmadı” şeklinde bir söylemin türetilmesine önayak oluyor. Uxbal, Çinlilerin ölmesine ve Afrikalıların sınırdışı edilmesine engel olamıyor; yine de son kertede çocuklarına bakması için Afrikalı kadının eline tomarla parayı sıkıştırarak kendini affettiriyor.


Uxbal’ın göçmenlerle ilişkisinde ve göçmenlerin sunuluş şeklinde de liberalizmin ulusal, etnik, kültürel, dinsel ve cinsel farklılıkları nasıl idrak ettiği ve bunlara nasıl önermeler getirdiği çarpıcı bir şekilde ortaya konuyor. “Öteki”ni anlamaktan ve onun kültürüne, yaşam biçimine, kimliğine saygı duymaktan çok, onu kendi kültürü içindeki mevcut stereotipler aracılığıyla sınırlayan bakış açısı, filmdeki karakterleri kuşatıyor. Liberal görüş, azınlıklar için de özgürlük ve eşitlikten yanayken, Biutiful’da azınlık ile çoğunluğun hiçbir zaman eşit olamayacağı bütün çıplaklığıyla meydana çıkıyor. Fakat esas sorun, filmin diğer Inarritu filmlerinde olduğu gibi sistemin işlemeyen yanlarını sarsıcı bir şekilde açığa çıkarıp sonrasında çokkültürlülüğü naif bir şekilde kutsaması değil. Sorun, Inarritu’nun karakterleri aracılığıyla bize önerdiği tek çıkışın liberal muhafazakârlık olması. Korsan CD satarken ülkede çalışmasına izin verilen Afrikalılar uyuşturucu satışına başladıklarında sınırdışı ediliyor, yanında çalışan gay adamla ilişkiye girdikten sonra Çinli patronun işçileri ölüyor ve kaçmak zorunda kalıyor. Uxbal’ın manik depresif karısı alkolik olduktan sonra başka erkeklerle birlikte olmaya başlıyor ve çocuklarına bakamaz hale geliyor. Uyuşturucu ve fuhuş yüzünden kardeşi bir türlü belini doğrultamıyor.

Paramparça Aşklar ve Köpekler’de nasıl bir çekirdek aileye sahip olmayan, çekirdek ailenin sıcaklığından uzakta yetişmiş herkes filmde suça meyilliyse, Biutiful’da da aileden yoksun kalan herkesin başına bir musibet geliyor. Yapılan her şey ailenin ayakta tutulması adına yapılıyor. Uxbal sırf ailesini bir arada tutmak ve geleceklerini hazırlamak için “öteki” olarak gördüğü insanların ölümlerine ve sınırdışı edilmelerine göz yumuyor.

Toparlayacak olursak, Inarritu son filmi Biutiful’da, sistemin çıkmazlarını açık ederek liberal söylemi yeniden dillendirirken, muhalifmiş gibi davranıyor ama muktedirin yanında yer alıyor. “Ben” ve “öteki”nin karşılaşma alanlarına kamerasına uzatırken, naif ve muhafazakâr bakış açısının altında ezilmekten kurtulamıyor. Hayatın “beautiful” olamayacak kadar acımasız olduğunu ifade ediyor; ama hayatı, okunduğu gibi yazılan “biutiful”a indirgemekten de geri durmuyor. Evet, hayat belki “beautiful” değil; ama Inarritu’nun yazdığı şekliyle “biutiful” da değil…

Barış Saydam

bar_saydam@hotmail.com

Önceki makaleNotre Jour Viendra
Sonraki makaleAnother Year Vizyona Giriyor
1983, İstanbul doğumlu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü'nde yaptı. Altyazı dergisinde sinema eleştirileri yazmaya başladı. 2008’de Avrupa Sineması isimli web sitesini kurdu. 2011-2014 yılları arasında Hayal Perdesi dergisinde web sitesi editörlüğü yaptı ve derginin yayın kurulunda görev aldı. TÜRVAK bünyesinde çıkartılan Cine Belge isimli derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 2012’den beri Sinematek Derneği’nde Film Analizi dersi veriyor. 2013-2019 yılları arasında Türk Sineması Araştırmaları (TSA) projesinde koordinatör yardımcılığı ve içerik editörü olarak görev yaptı. 2018-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi'nde ders verdi. 2018-2021 yılları arasında Sinema Yazarları Derneği'nin (SİYAD) genel sekreterliğini üstlendi. Ayrıca Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam(2011), Sinemada Tarih Yazımı (2015), Erol Ağakay: Yeşilçam’a Adanmış Bir Hayat (2015), Oyuncu, Yönetmen, Senarist, Yapımcı Yılmaz Güney (2015)- Burçak Evren'le ortak-, Karanlıkta Işığı Yakalamak: Ahmet Uluçay Derlemesi (2016), Aytekin Çakmakçı: Güneşe Lamba Yakan Adam (2019), Osmanlı’da Sinematografın Yolculuğu (1895-1923) [2020], Derviş Zaim Sinemasına Tersten Bakmak (2021) – Tuba Deniz’le ortak-, Orta Doğu Sinemaları (2021) – Mehmet Öztürk’le ortak-, Türkiye’de Sanat Sineması (2022) isimli kitapları da bulunuyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here