Ana sayfa 2010'lar 2012 Dans La Maison

Dans La Maison

2309
0
 
Sinemasal türleri eğip bükme, eklemsizleştirme ve birbiriyle kaynaştırmasıyla ünlü François Ozon, yine bir yazar karakter üzerinden çok yönlü ve zekice bir film çıkarıyor: aile melodramı, usta-çırak ve baba-oğul öyküsü, karakter komedisi, orta sınıf kültürü taşlaması ve sanat-gerçeklik sorgusu hep bir arada, aynı evde. Sıkıcı bir “hafta sonunda ne yaptığını anlatınız” temalı ödev için Claude, bir sınıf arkadaşının aile hayatını alaycı bir eleştirellikle ve askıda bırakan bir finalle anlatan bir öykü dizisi yazıyor. İlgisiz öğrenciler ve okul bürokrasisi sebebiyle işinden bıkmış edebiyat öğretmeni Germain’in, yazarlık ışığı gördüğü öğrencisinin öykülerine tutulmasıyla aralarında yakın bir ilişki kuruluyor. Claude’un hikâyeye devam etmesi için Rafa’yla ilişkisini ve ev ziyaretlerini sürdürmesi gerekiyor, bu sırada Germain ve başarısız bir sanat galerisi küratörü olan karısı Jeanne bu kurgusal dünyanın cazibesine günden güne daha çok bağlanıyorlar.
Kısmen basmakalıp ve fazlaca temsili olsalar da Evde’nin karakterleri küçük akıllıca detayları sayesinde merak uyandırıyorlar. Başarısız bir yazarlık geçmişi olan öğretmen Germain ve galeri için postmodern tematik arayışında çaresizce son şanslarını deneyen Jeanne hikâyenin okur tarafındalar. “Evde” yaşayan aile ise, iş hayatında yırtmaya çalışırken patronundan sürekli azar yiyen, hak ettiğini alamadığını düşünen beyaz yakalı baba Rafa, gün boyu evde kalarak kendini çocuğuna ve ev dekorasyonuna adamış “normal” ve “sıkıcı” anne Esther ve kendi halinde şapşal oğulları Rafa… Aynı isimdeki bu baba oğlun karikatürize basketbol oynama, maç izleme ve beraber pizza yeme temelli ilişkileri var. Çocukları olmayan sanatsever aile için bu klasik orta sınıf aile hem iştah verici bir inceleme nesnesi hem de yaşamlarına heyecan getiren bir Binbir Gece Masalı.
Bunlara ek olara, kendi yazamayan öğretmenin akıl hocalığı yapabileceği genç yazar tiplemesi olarak Claude var ki, mesafeli, karizmatik ve yaşının çok ötesindeki karakteriyle filmde parlıyor. Hem yazdığı hem de kendisini okuyan insanların iplerini ellerine bulunduruyor Claude ve film boyunca bazen hafif bazen sert dokunuşlarla bu kişileri sarsarak dönüştürüyor. Evde olup bitenlere dair Claude’un anlattıklarının ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek takip edilemiyor, aslında Ozon da kamera arkasından sürekli sinsice “Ne önemi var ki?” diye soruyor. Yer yer okuru Germain’i de Woody Allen tarzı çekimlerle mizansene davet ediyor film, buralarda Germain de mimikleriyle adeta Allen’a dönüşüyor. Stephen King’in meşhur “Kurgu, yalan içindeki gerçektir” sözü filmde pek çok kez tınlıyor, tıpkı Ozon’un bir diğer yazan-yazılan-okuyan üçgenindeki gerilimleri ortaya döktüğü Havuz (Swimming Pool, 2003)’da olduğu gibi. Sinemacılığının özünü Ozon’un kendisi en kısa haliyle aktarıyor zaten: “Aynı anda hem manipülatör hem de röntgencisiniz, ayrıca seyirciyle de oynuyorsunuz”.
Evde gibi filmleri, ben sinemanın kendisine dair filmler olarak görüyorum, modernist romanlar gibi… Bu bağlamda filmin en yakın akrabalığı şüphesiz Hitchcock’un röntgencilik klasiği Arka Pencere (Rear Window, 1954)’siyle. James Stewart, tekerlekli sandalyesinden dürbünle karşısındaki apartmanları izleyip var olduğuna inandığı cinayeti çözmeye çalışırken, Germain ve Jeanne daha artistik bir ilgiyle Claude’un kaleminden bir öğrencisinin aile hayatına dâhil oluyor ve ailenin gizemlerini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Filmin finali de zaten Arka Pencere’nin aşırılık çağı versiyonu gibi. Yazar karakterler ve yaratma süreçleri sinemada da popüler temalardan, en yakın zamanda çıkan iyi örnek olarak; yalnızca ilk çeyreği itibariyle Limitless (2011) ve Ruby Sparks (2012); klasikleşenlerdense iki 1991 mahsulü Barton Fink ve Deconstructing Harry sayılabilir. Fakat Evde, olay örgüsü itibariyle bu ve benzeri filmlerden, en sık işlenen o yazar tıkanması/yaratma sıkıntısı mevzularını işlememesi, tam aksine, oldukça başarılı bir yaratımın okurlar ve bizzat metnin kendisi üzerinden açımlanması bağlamında farklı bir yerde duruyor.
Yazara ve anlattığı hikâyelere karşı gelişen bağımlılığı Rob Reiner, klasik bir Stephen King uyarlaması Ölüm Kitabı (Misery, 1990)’nda gerilim türünde anlatmıştı. Serisinin yeni kitabını henüz bitirmiş James Caan, ölümcül bir kazadan en büyük hayranı tarafından kurtarılmış, fakat sonrasında bu yalnız kadın tarafından evde tutsak alınmıştı. Sebep, yazarın yeni kitapta ana kadın karakteri öldürüyor olması, hayranının da bunu önleme arzusuydu. Yazar romanlarıyla okuru esir alırken, okursa yazarı kelimenin asıl anlamıyla esir alıyordu. Bu matruşkavâri anlatımda bir yanda Kathy Bates’in oynadığı karakter gerçeklik yitimi yaşayıp kurgusal bir karakteri kurtarmaya çalışıyor; öte yandaysa filmin seyircisi –aynı şekilde kurgusal olan– yazar James Caan’ın evden sağ salim kurtulabilmesini umut ediyordu. İşte edebiyatın (ve sinemanın) bu katmanlı ve hatta kendiyle çelişen gerçeklik yaratma ve seyirciyi sonuna kadar inandırma büyüsünden çıkıyor Evde’nin nüktesi.
Filmin yan öykülerinden, Jeanne’ın sanat galerisi için tema arayışı en yüzeysel haliyle bir postmodern sanat eleştirisi olmakla beraber filme mizah, ele alınan toplumsal çevreye dair ise önemli veriler sunuyor. Jeanne “Minotor Labirent” isimli galeriye erotik figürlerle çizilmiş politik sembol resimleri, pembe diktatör şişme bebekleri, kullanılmış çantalar, boş tuvale karşı kulaklıktan dinlenen “sözlü resim” ve “cinsiyet perspektifinden hat sanatı çalışmaları” temalı bilgisayarda rastgele işlenmiş gökyüzü resimleri gibi eserler seçiyor. Kendisini de pek etkilemeyen bu sanat eserleri, klasik edebiyat hayranı Germain’de ise sadece şaşkınlık ve umursamazlık uyandırıyor. Galeride sergilenen sanat, Jeanne için mekân sahiplerini ikna etmenin, dolayısıyla para kazanmanın nesnesi. Öte yanda Germain için edebiyatsa, sürdürmek için tüm sahip olduklarını yitirmeyi bile göze alabileceği bir heyecan. Ozon için de böyle görünüyor, filmi bitirirken bile başka öykülerin hayalini kuruyor.
Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com

 

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here