Ana sayfa 2010'lar 2018 Ruben Brandt, Collector

Ruben Brandt, Collector

2382
0

Ünlü bir psikoterapist olan Ruben Brandt, babasının ölümünün lanetini üzerinde taşıyan, bu yüzden sık sık kabuslar gören bir adamdır. Bu korkunç kabuslarda canlanan dünyaca ünlü bazı tablolar çeşitli şekillerde Brandt’in hayatını cehenneme çevirmeye başlar. Bu arada Louvre müzesinden Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya ait paha biçilemez bir yelpaze, bir akrobat, dublör ve kleptoman olan Mimi adındaki kadın tarafından çalınır. Mimi aslında Paris’e sanat eserlerine meraklı mafya babası Vincenzo’nun görevlendirdiği üzere Regent Elması’nı çalmak için gelmiştir. Yelpazeyi çaldığı gece gözüpek bir özel dedektif ve sanat hırsızlığı konusunda uzman olan Mike Kowalski tarafından takip edilir. Bu takip sonunda önce Kowalski’ye yakalanan, ardından kurnazca kurtulan, ayrıca kazık attığı için Vincenzo’nun nefretini kazanan Mimi, kleptomanlığı doğru şekilde yapabilmek amacıyla, “sanatsal ruhları iyileştirmek için en iyi psikiyatrist” olduğunu duyduğu Brandt ile temasa geçer. Terapi başladığında ise Mimi, Brandt’in bazı sorunları olduğunu anlamakta gecikmez.

Ruben Brandt, Mimi’nin de fikir ve desteği sayesinde bu kabuslar ve halüsinasyonlardan kurtulmak için The Louvre, The Tate, MoMa, The Uffizi, The Musée d’Orse, The Art Institute Of Chicago gibi dünyanın en iyi müzelerinde bulunan, dünyanın en iyi tablolarından 13 tanesini çalmaya karar verir. Bu deli işi planına, aynı zamanda hastaları olan ünlülerin koruması Bye-Bye Joe, bilgisayar dehası Fernando ve “iki boyutlu” banka soyguncusu Membrano Bruno da gönüllü olarak dahil olur. Bu ekip, çılgın ve zeki planlarla tüm orijinal tabloları çalmayı başarır. Bu seri eser soygunu dünyada büyük yankı uyandırır. Brandt artık “Koleksiyoncu” lakabıyla aranan ünlü bir hırsızdır. En çok aranan suçlular haline gelen ekip, dünyanın dört bir köşesinde kovalanırken, yakalanmaları için konan ve sürekli artan ödül ise 100 milyon doları bulur. Sigorta şirketlerinden oluşan birim, Kowalski’yi hırsızları yakalaması için tutar. Kowalski yanında, 100 milyon doları duyan ödül avcıları, aynı zamanda Vincenzo ve adamları da Brandt ile çetesinin peşine düşer.

1952 Slovenya doğumlu Milorad Krstic’in Radmila Roczkov ile birlikte senaryosunu yazdığı, yönettiği, mutfağında daha pek çok işe el attığı Ruben Brandt, Collector, benzersiz bir animasyon deneyimi. Sırbistan’daki Novi Sad’da hukuk eğitimi alan, 1989’dan beri de ressam ve multimedya sanatçısı olarak Budapeşte’de yaşayan Krstic, çizim, resim, fotoğraf, heykel, belgesel film, set ve sahne tasarımı gibi birçok alanla yakın temasta olan bir sanatçı. Bu güne kadar sadece 1995 tarihli My Baby Left Me adında bir kısa animasyon çekmiş ve onunla da Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazanmış. Zaten işi başından aşkın bir insan olması bir yana, önceden tanımış olsaydık onun bir şekilde sinema dünyasına adım atması büyük olay olurmuş diye düşünebilirdik. Nitekim ilk uzun metrajlı filmini çıkarması 2018 yılını bulmuş ve Macaristan yapımı Ruben Brandt, Collector gerçekten büyük bir olay olmuş. Eskiden beri sanat galerilerini ve sinema salonlarını çok sevdiğini söyleyen, bir tablonun veya iyi çekilmiş bir sahnenin bazen gerçeklikten çok daha güçlü olabileceğini savunan Krstic, ilk filminde bu iki sanat dalının kendisi için ifade ettiklerini olağanüstü bir karışımla sanat severlerin beğenisine sunuyor.

Dadaizm, Surrealistler, Alman ekspresyonist ressamlar ve Pop Art gibi akımları favorisi olarak gösteren Milorad Krstic, özellikle karakter dizaynlarında Picasso’nun asimetrik yüz tasarımlarından, Kübist ve Dadaist akımlardan ilham aldığını belirtiyor. Baş karakteri olan Ruben Brandt’i ise ismen Flaman ressam Peter Paul Rubens ve Hollandalı ressam Rembrandt van Rijn’in kombinasyonu olarak düşünmüş. Krstic’in sinema zevkine baktığımızda ise korku, aksiyon-macera, film noir, drama, art-house, fantezi şeklinde geniş bir yelpazeyle karşılaşıyoruz. Ingmar Bergman, Luis Buñuel, Charlie Chaplin, Sergei Eisenstein, Federico Fellini, Alfred Hitchcock, John Huston, Stanley Kubrick, Akira Kurosawa ve Georges Méliès gibi yönetmenler onun sinema bilincini şekillendirmiş. Ama bu ağır isimlerin yanında popüler kültüre dair kişi, olay, sahne örnekleri de görmek mümkün. Krstic’in geniş çaplı ilham kaynakları kimi zaman bir Hitchcock filmi gibi gizemli tavır takınırken, bazen aksiyon gerektiren bir soygun filmi olması itibariyle kimi zaman da Mission Impossible ya da Ocean’s Eleven tarzı popüler bir tempodan besleniyor.

Ruben Brandt’in farklı sorunlara sahip hastaları için ilginç tedavi yöntemleri var. Ama kendi sorunlarının çözümünün “sorunlarını kontrol altına almak için onlara sahip ol” öğüdü olduğunu keşfetmesiyle birlikte, kabuslarına giren 13 tabloyu çalmaya karar vermesi, bir psikoterapist olarak Brandt’in kendine biçtiği terapi yöntemi oluyor. Üstelik sadece Brandt için değil, Mimi, Bye-Bye Joe, Fernando ve Membrano Bruno için de bu soygunlar özgürleştirici bir etki taşıyor. Tabii Brandt ve Mimi’nin bu “tedavi” süreci daha detaylı işleniyor. Brandt’in rüya ve halüsinasyon sahneleri yaratıcı, ürkütücü ve bu sayede gerçekten kurtulunması gereken arızalar olarak görevini yerine getiriyor. Krstic muhtemelen bu eserlerde hissettiği korku/gerilim fantezilerini, kendi sanatsal vizyonundan hareketle tanımladığı Brandt üzerinden somutlaştırarak self terapisini yapıyor. Üstelik Brandt’in bu ruh halini bir baba-oğul arızasıyla ilişkilendirerek gerekçe de sunuyor. Hepsi farklı şekillerde sorunlu ve terapi görmekte olan beş kahramanımız milyar dolarlar değerinde tabloları zeki ve soğukkanlı biçimde müzelerden çalarken hiçbirinin derdinin para olmaması, özgürleşme hissinin paha biçilemezliğine işaret ediyor.

Krstic, her sahnesine saniyelerle sınırlı sanat yerleştirmeleri yaparak bir ayrıntılar okyanusu, bir referans bombardımanı yaratıyor. Bunları filmin gerçeküstü hamuruna o kadar uygun yöntemlerle yapıyor ki, bir sergide önünde durduğumuz tabloları detaylarıyla incelemeye benzeyen şekilde sahneleri sürekli durdurma ihtiyacı yaratıyor. Psikolojik gerilimi mizahla, sanatsal derinliği popüler aksiyon numaralarıyla buluştururken bu yaratıcılığa hayran kalıyoruz. Filmin hemen başlarındaki Mimi ve Kowalski arasında Paris’te geçen uzun takip bölümü, Vincenzo’nun tırlarla ve bir helikopterle kahramanlarımızın peşine düştüğü anlar ve Tokyo’daki Popüler Sanat Sergisi’nde girişilen mücadele sahneleri, Krstic’in sadece sanat düşkünü bir “nerd” olmadığını, popüler aksiyon denklemlerinden de haberdar olduğunu gösteren çok eğlenceli sekanslar. Ruben Brandt, Collector, türlerin iç içe geçtiği bu biçimsel zenginliğini müziklerine de yansıtmış bir film. Güçlü tema müziklerini yapan Tibor Cári yanında, bazı Mozart, Puccini, Schubert, Stravinsky, Tchaikovsky eserlerini duymak mümkün. Popüler sızıntıları bu noktada da göstermek suretiyle Scott Bradlee’s Postmodern Jukebox adlı grubun Creep (Radiohead), All About That Bass (Meghan Trainor) ve Oops!… I Did It Again (Britney Spears) şarkılarını sevimli pop caz yorumlarıyla duymak da çok keyifli.

Ruben Brandt, Collector nadir bulunan bir animasyon. Her sahnesinden sanat fışkıran, derinlik sahibi, hınzır, sürprizlerle dolu, sürreal bir deneyim. Yenilikçi olduğu kadar geleneksel öğelere bağlı, çok emek harcandığı belli olağanüstü bir vizyonun eseri. Erken başyapıt tabir edilen, şarap misali yıllandıkça değeri daha çok artacak bir yapım. Waltz with Bashir, Loving Vincent, Isle Of Dogs, Persepolis, La tortue rouge, Alois Nebel, Rango, L’illusionniste, Renaissance, WALL•E gibi 2000’lere damgasını vurmuş yenilikçi animasyonların arasında yeri çok sağlam. Milorad Krstic bu işin mutfağını çok iyi bilen bir sanat sever ve sanatçı. Bu tecrübeye rağmen henüz ilk uzun metrajını çekmesine inanmak güç. Bundan sonrasında yine mutfağına mı dönecek, yoksa buna benzer başka projelere mi imza atacak orası şimdilik belirsiz. İkincisi olması halinde sinema dünyası muhteşem bir yönetmen daha kazanacak. 13 dahi ressamın seçilmiş 13 tablosunu hikayesine birbirinden ilginç yöntemlerle dahil edişi, belki de bu sayede yeni nesli bu eserlerin varlığından haberdar edişi, zaten haberdar olanlara da farklı bir deneyim sunması, birkaç sanat dalında birden ustalaşmış Krstic’in sinema sanatına da ne denli önem bahşettiğinin kanıtı. Filmden öncesinde ve sonrasında görülmesi farklı tatlar yaratacak o meşhur tablolar ve sahipleri, resim sanatının hayatımıza kattığı anlamı sinema sanatıyla kol kola bir kez daha hatırlatıyor.

Osman Danacı

odanac@gmail.com

Twitter

 

Önceki makaleKüçük Şeyler’in Fragmanı Yayınlandı
Sonraki makaleWoman At War
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here