Ana sayfa 1990'lar 1992 Crying Game, The

Crying Game, The

1508
0


Bir erkek, bir kadını sevince..
Veremez başka şeye aklını. Satar bulduğu güzellik için dünyayı.
Kötüyse bile kadın; göremez bunu, hatasızdır adamın gözünde.
En yakın arkadaşı bile olsa, döner sırtını, kadını kötüleyene.

Bir erkek, bir kadını sevince..
İhtiyacı olanı tutmak için elinde, harcar son kuruşunu.
Vazgeçer bütün rahatından, ve yatar yağmurun altında,
kadın yapması gerekenin bu olduğunu söylerse.
Bir erkek, bir kadını sevince..
Veririm sana her şeyimi, kıymetli aşkını tutmak için elimde,
Kötü davranma bana lütfen bebeğim,
Bir erkek, bir kadını sevince..
Ruhunun derinliklerinde öyle bir ıstıraba taşır kadın onu,
Kadın koyuyorsa onu aptal yerine, en son gören o olur yine,
Aşık göz göremez asla..

Percy Sledge’in gelmiş geçmiş en iyi aşk şarkılarından biri olan When A Man Loves A Woman’ı ile açılıyor Neil Jordan filmi The Crying Game.. Madem aşkın farklı kulvarlarından, onun için yapılabilecek fedakarlıklardan bahsettik, Ağlatan Oyun ile devam etmek uygun olur. O kadar öfkeden sonra aşktan bahsederek havayı yumuşatmak gibi bir durum yok ortada. Aşkın bir savaş alanına benzediğini en iyi tescilleyenlerden biri olmasından başka, siyasetin göbeğinden seslenmesine rağmen, tamamen sevginin siyasetinden bahseden sarsıcı bir tecrübe. Jordan’ın The Soldier’s Wife filminden esinlendiği filme önce bu ismi verme fikrinden arkadaşı Stanley Kubrick caydırmış Çünkü Kubrick’e göre, dini ve askeri çağrışımlarda bulunan isimler izleyici üzerinde olumsuz etkide bulunabilirmiş. Full Metal Jacket’ın saf bir savaş filmi olmasının bu görüşle ilgisi yoktur sanırım. Bunun üzerine Jordan, 1960’ların İngiliz pop şarkılarından, filmde de duyduğumuz The Crying Game’de karar kılmış..

IRA militanları, İngiliz askerlerin örgüt üyesi bir arkadaşlarını esir alması üzerine onu kurtarmak için bir aşk komplosuyla İngiliz asker Jody’yi (Forest Whitaker) kaçırılar. Örgüt üyesi güzel Jude’un (Miranda Richardson) Jody’yi kendine aşık ederek kurduğu komplo sonunda IRA’nın eline düşen askere göz kulak olan Fergus (Stephen Rea), giderek Jody’ye acımaya başlar ve aralarında bir dostluk doğar. Yediği kazığın, kendisine Kurbağa ve Akrep‘in hikayesini hatırlattığı Jody’nin hayatı ve de en önemlisi aşkı Dil (Jaye Davidson) ile ilgili bilgileri öğrenen Fergus, İngiliz askerlerin baskınınyla darmadağın olan operasyonun ardından kurtulmayı başarır ve Dil’i bulup, ona asker sevgilisinin mesajını iletmek ister. Ama işler hiç de onun düşündüğü gibi gitmeyecek, hesapta olmayan bir sürü sürpriz Fergus’u dört bir yandan kuşatacaktır.

Özellikle 90 başlarına göre oldukça cesur kabul edilebilecek cinsel yaklaşımıyla önce birçok stüdyo tarafından çok sıra dışı bulunarak geri çevrilen film, aslında bu sayede daha fazla izleyici çekmiş. Reklamın iyisi-kötüsü olmaz sözünü doğrulasa da, bizim TV’deki bazı reklamları görünce reklamın kötüsü olduğu fikrine ısınmaya başlıyorum. “Kirlenmek güzeldir” lafından slogan bulunuyorsa, Cola Turka ile ironik emperyalizm-kapitalizm vurgusu yapılıyorsa, mesleğe yıllarını veren reklamcıların Ayşe Teyze benzeri yaratıcılıklarına (!) Cem Yılmaz gibi reklam sektörünün dünkü çocuğundan tokat geliyorsa, Ali Atıf Bir‘in otorite sayıldığı bu sektöre ne demeli? Demek ki reklamın kötüsü de olurmuş. Neyse o dala şimdilik zıplamayalım. Velhasıl, The Crying Game bu sayede iyi hasılat yaptığı gibi, En İyi Senaryo Oscarı başta olmak üzere dünya çapında bir sürü ödül de kazandı. Senaryoya baktığımızda aslında terör, aşk, cinsellik, ihanet, ölüm üzerine öyle büyük büyük laflar edilmediğini görürüz. Tam tersi, bu filmde Jordan senaryosu gücünü basitlikten alıyor. O basitliğin arasına sıkışıp kalmış gizemli hayatlar, yine o basitlikle izleyeni sıkmıyor, hatta topu onlara atıyor. Akademinin bu yaklaşımı pek alışıldık değil aslında. Oscar Moscar diyoruz ama, kimi zaman doğru tespitlerine de diyecek bir şey kalmıyor..

Stephen Rea, Forest Whitaker, Jaye Davidson ve Miranda Richardson’un oyunları çok üstün. Zaten Jordan ile birlikte hepsi çeşitli organizasyonlarda ödüller kazanmış. Rea gibi usta bir oyuncunun performansı tıpkı senaryoya benziyor. Basit, muğlak ve tekinsiz.. Texaslı Whitaker’ın İngiliz asker yorumu hiç sırıtmıyor. Ama travesti Dil rolündeki Jaye Davidson’un da onlardan aşağı kalır yanı yok. Yüz ifadesi ve kemik yapısı onu izleyene pek de yabancılaştırmıyor. Onunla ilgili sette yaşanan ilginç bir olay da var: Davidson sette nezle olur. Onun mini karavanına bir doktor çağrılır. Doktor onu muayene eder ve Neil Jordan ile konuşmaya gider ve der ki: Bu kızın hamile olabileceği ihtimalini düşünmediniz mi? Bunu duyan Jordan ve set ekibi kahkahayı basar. Doktor şaşırmıştır. Duruma uyanınca hafiften sazan konumunda hisseder.

Biraz da spoiler vermiş gibi olduk ama zaten Jordan bunun anlaşılmaz olması için özel bir çaba sarfetmemiş ve Dil’in erkek olduğunu bilmenin, Bruce Willis’in ölü olduğunu bilmek kadar hayati bir şaşırtıcılığı yok. Esas üzerinde durulan Dil’in kendisi.. Aşkı uğruna her şeyi yapabilecek kadar sevgiye aç oluşu, Fergus’un da kendini keşfedişine ve fedakarlıkta bulunuşuna yön veriyor. Anger Management’da Linda’nın, Love Battlefield’da Yui ve Ching’in, burada da Fergus ve Dil’in fedakarlıkları bize, gerçek aşkın feragat ve fedakarlık olmadan mümkün olamayacağını anlatıyor. İster onun için stadyumda skorborda sevgi sözcükleri yazdırın, ister onun için kendinizi kurşunların önüne atın, ister onun için aylarca özenle uzattığınız saçlarınızı kesin, yeter ki sevdiğinizi gösterin ve fedakarlıkta bulunun. Aşk elde etmesi o kadar meşakkatli bir duygu ki, bulunduğunda yeni bir gezegen keşfetmekle tamamen aynı.. Bu bir tarif değil. Aşkın tarifi yok, olamaz, olmamalı

Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com

Önceki makaleCrossing the Bridge
Sonraki makaleMediterraneo
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here