Ana sayfa 2010'lar 2014 Sivas

Sivas

92
1

Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filminde şoför Arap Ali’nin doktorla konuştuğu bir sekans vardır. Gecenin zifiri karanlığında herkes zanlının peşine düşmüş maktulü ararken, bütün hengamenin ortasında Arap Ali yaşadığı coğrafyanın ve doğanın sertliğini anlatır. Diyalog olarak başlayan sekans, zamanla Arap Ali’nin tiradına dönüşür. Arap Ali, insan-doğa ilişkisi üzerinden dilsel, kültürel ve toplumsal bağlamda şiddetin yerleşikliğine de vurgu yapar. Filmde bir cinayetin anatomisi, bir ülkenin, bir kültürün ve bir toplumun anatomisine dönüşürken, perde arkasında da ataerkil bir kültürde içselleşen şiddet, iktidar ve güç ilişkisine ayna tutulur. Filmin finalinde Ceylan, olayların dışarısında yer almasına karşın, olayların belki de en çok etkileyeceği karakter olan çocuğu bir çerçevenin içinde resmeder. Çocuk, yaşadığı coğrafyanın makus talihine karşı çıkamayacağı gibi, doğal seleksiyonu kendine model alan ataerkil yapının çatışma üzerine kurduğu yaşama alanına da erkenden atılmış olur.

Taşrada bir erkek çocuğun büyüme hikâyesinin konu edildiği Sivas filminin başkarakteri Aslan da, bu açıdan bakıldığında BZA filminin finalinde kadraja sıkışan çocuğun devamı gibidir. Orta Anadolu’nun bir köyünde Aslan’ın öldü diye kimsesizliğe terk edilen bir köpeğe sahip çıkmasıyla şekillenen hikâyede, taşranın bir erkek çocuğu ataerkil kodlara nasıl bağımlı hâle getirdiğine tanıklık ederiz.

Dairenin Dışarısında Kalmak

Filmin giriş sekansında, Aslan’ın kümelenen bir grup erkek çocuğu arasında itilip kakılarak dairenin dışarısında bırakıldığını görürüz. Okulda öğretmenin oynatacağı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler oyununda, Aslan yine kendisini dışarıda bulur. Sevdiği kızın Prenses rolünü oynayacak olmasından dolayı, Aslan da Prens olmak ister ancak bunu başaramaz. Öğretmen tarafından o role uygun bulunmaz. Ailesinde ise kendisinden büyük erkeklerin iktidarını bir türlü kıramaz. Çevresinde oluşan hiyerarşik düzenin kendisine yer verdiği oranda varolur. Varlığı, çevresi tarafından sınırlandırılmıştır. Lacancı bir ifadeyle dile getirmek gerekirse, Aslan adil olmayan bir “yasa”nın kurbanı konumundadır ve “simgesel düzen”inin kenarına itilmiştir. Kendi potansiyelini ortaya koymak için simgesel düzenin içinde kendisine bir yer açması gerekir.

Aslan, çocukluktan çıkarak ergenliğe geçiş yapmaktadır. Çevresiyle kurduğu ilişkiden, aile içindeki erkek iktidarına karşı çıkışından ve annesi onu yıkarken annesine bakışlarından bunu gözlemlemek mümkündür. Aslan kendi karakterini şekillendirirken, çevresindeki simgesel düzenin de farkına varmaya başlar. Kendi dışarısında birtakım hiyerarşik yapı kurulduğunu (arkadaşları arasında, okulda ve evde), güçlü olanın her zamanın sözünün geçtiğini ve iktidarın güçlü olanda ve kazananda vücut bulduğunu fark eder. Aslan’ın içinde bulunduğu çocukluk evresi, tam da çevresindeki düzeni algıladığı ama içerisine dâhil olamadığı bir dönemdir. Aslan, bu dönemde denemelerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine sıkıntılı bir ruh hâli içerisine girer. Nedenini anlayamadığı bir düzeni yıkamamanın ve istediğini yapamamanın getirdiği öfkeyi dışa vurur.

Ceylan’ın Kasaba filmindeki çocuğun kaplumbağaya yaptığına benzer metaforik bir şiddeti, Sivas’ta da görürüz. Aslan, içindeki öfkeyi dışa vurmaya çalışırken çevresiyle kurduğu iletişimde şiddet gittikçe araçsallık kazanır ve bir iletişim aracı hâline gelir. Köyde dolaşırken kazlara, tavuklara savrulan tekmeler, atın üzerine fırlatılan taşa dönüşür. Sözlü münakaşalardan fiziksel şiddete geçiş yapılır. İletişimsizlik ve dışarıda kalma durumu arttıkça, şiddettin ve gerginliğin de dozu yükselmektedir.

Taşraya Özgü Bir Sıkıntı

Yönetmen Kaan Müjdeci’nin anlatıda merkezine Aslan ve köpeği Sivas’ı almasına rağmen, onların çevresinde yarattığı taşra atmosferi de karakterlerin yaşadığı sıkıntıyı ifade etme ve tamamlama anlamında önemlidir. Nurdan Gürbilek’in ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamasında taşranın darlığını hissetmişlerin anlayabileceği bir sıkıntı olarak söze döktüğü “taşra sıkıntısı”[1], filmin geçtiği mekân ve zamana da sirayet eder. Hayvancılık ve tarımla geçinen küçük bir köyde neredeyse bir ritüel halini alan hayvan besleme sahneleri, kahvehane ortamını andıran gece toplantılarında silâh bozup dizme eğlenceleri, köpek dövüşleri ve koca bozkırda öylece uzaklara dalıp giden insan yüzleri filmin atmosferini tamamlamanın ötesinde, filmin mekân ve zaman algısını kuran temel yapı taşlarından birine dönüşür. Nuri Bilge Ceylan’ın taşra üçlemesinde, Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf üçlemesinde, Reha Erdem’in Beş Vakit’inde, Belma Baş’ın Zefir’inde, Atalay Taşdiken’in Mommo’sunda taşra nasıl başlı başına karakterleri tanımlayan bir öğe ise, Sivas’ta da benzer bir değere sahiptir. Bahsi geçen yönetmenler gibi Müjdeci’nin de taşrayı ifade ederken bir çocuğun yaşadığı psikolojik dönüşümü kendisine merkez aldığını görürüz. Gürbilek’in çok yerinde bir saptamayla çocukluğun kendisini bir taşraya benzetmesi ve taşra sıkıntısı ile büyümenin getirdiği sıkıntıyı birbirine paralel okuması bu anlamda önemlidir. Gürbilek tıpkı taşra gibi çocuğun da uzakta yanıp sönen ve parlayıp yiten bir ışığın vaadiyle yaşadığını söyler. Gürbilek’e göre çocuğu umutlandıran da, bir şeylerin kendisinden esirgendiğini hissettiren de dışarının vaat ettiği bu anlamdır. Çünkü çocuk, anlamı kendi içinde, kendi bedeninde, kendi dilinde üretemez henüz.[2] Çocuğun bu anlamı kendi içinde üretememesinin nedeni yeterince güçlü olamamasıdır. Bu nedenle çocuk, yazının başında da bahsettiğimiz çevresindeki simgesel düzenin kenarında kalır; Gürbilek’in deyimiyle hayatı büyüklerin dünyasının taşrasında yaşamaya mahkûm edilir.

Müjdeci’nin anlatısında Aslan’ın simgesel düzene dâhil olmasını Sivas isminde bir köpek sağlar. Önceleri Sivas’ın neredeyse belgeselvari bir gerçeklikle ekrana yansıtılan sahneleri, Aslan ile Sivas’ın durumu arasındaki koşutluğu ortaya koyar. Sivas’ın bir dövüş köpeği olması, kazandığı ölçüde yaşama hakkına sahip olduğu, kaybettiği tek bir dövüş sonrası yalnızlığa ve ölüme terk edilmesi metaforik olarak ataerkil kodlarla çizilmiş yetişkin erkeklerin dünyasına göndermede bulunur. Güçlünün ayakta kaldığı, merhametin potansiyel olarak bir zayıflık kabul edildiği ve yaşamak için öldürmenin gerekliliğinin savunulduğu erkek dünyası temel düzeyde dövüş köpeklerinin yaşamlarıyla büyük paralellik taşır. Köpek dövüşleri erkekler için hiyerarşinin, toplumsal kuralların ve düzenin dışına çıkıldığı, şiddetin, argonun ve gücün serbestçe gösterildiği; gündelik hayatın sınıfsal eşitsizliğine bir tür parantez açılabilen bir alan yaratır.

Sistemin Kuşatıcılığı

İnsan ve köpek ilişkisi bütün metaforik çağrışımlarının yanı sıra, esas olarak Aslan’a sağladığı iktidarla önem kazanır. Aslan, Sivas’a sahip olduktan sonra iktidarını genişleterek güce sahip olmaya başlar. Köpeği üzerinden çevresi üzerinde bir saygınlık ve iktidar kazanmayı başarır. Sivas yetişkinlerin dünyasında önemli bir gelir kapısıdır. Bu da, Sivas’ı ve doğal olarak onun sahibi olan Aslan’ı simgesel düzenin bir parçası kılar. Aslan bu sayede kenarına itildiği dünyanın bir parçası olur. Filmin belki de en dikkate değer yanı, Aslan’ın sisteme dâhil olma sürecini tüm olağanlığıyla ekrana taşımasında saklıdır. Bireyin çocukluktan çıkarak ergenliğe geçmesi ve yetişkinlerin dünyasına katılması, Aslan’ın hikâyesi çevresinde beyazperdeye taşınır.

Ataerkilliğin toplumun derinliklerine nüfuz ettiğini, görünmez bir şekilde kendini doğal bir yapı hâline getirerek meşrulaştırdığını ve gücünü iktidar ilişkisi üzerinden pekiştirdiğini görürüz. Aslan başlarda tanımaya çalıştığı, neden dışarısında olduğunu anlayamadığı ve bunun için de öfke duyduğu simgesel düzenin bir parçası haline gelir. Simgesel düzene geçişle birlikte üretimine katılmadığı sistemin de bir taşıyıcısı olur. Sivas, bu dönüşümün anlatıcısı olarak 2000’lerde geçen taşra hikâyeleriyle de akrabalık kurar. Anne sütünden kesilen, doğduğu evden uzaklaşarak dış dünyanın tehditkâr gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalan, her gittiği yerde kaçınılmaz olarak “ev”ini arayan bir grup örselenmiş erkek karakterin psikolojik dönüşümlerine de anlam katar. Sivas anlattığı çocuk karakterin sistemle ilişkisi kadar sinemamızın son döneminde öne çıkan bir dizi yapımla kurduğu bağla da dikkat çeker.

[1] Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge, Metis Yayınları, İstanbul: 2014, s. 56.

[2] A.g.e., s. 56.

 

Barış Saydam

bar_saydam@hotmail.com

Twitter

 

Önceki makaleToz Ruhu
Sonraki makaleThe Square
1983, İstanbul doğumlu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü'nde yaptı. Altyazı dergisinde sinema eleştirileri yazmaya başladı. 2008’de Avrupa Sineması isimli web sitesini kurdu. 2011-2014 yılları arasında Hayal Perdesi dergisinde web sitesi editörlüğü yaptı ve derginin yayın kurulunda görev aldı. TÜRVAK bünyesinde çıkartılan Cine Belge isimli derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 2012’den beri Sinematek Derneği’nde Film Analizi dersi veriyor. 2013-2019 yılları arasında Türk Sineması Araştırmaları (TSA) projesinde koordinatör yardımcılığı ve içerik editörü olarak görev yaptı. 2018-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi'nde ders verdi. 2018-2021 yılları arasında Sinema Yazarları Derneği'nin (SİYAD) genel sekreterliğini üstlendi. Ayrıca Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam(2011), Sinemada Tarih Yazımı (2015), Erol Ağakay: Yeşilçam’a Adanmış Bir Hayat (2015), Oyuncu, Yönetmen, Senarist, Yapımcı Yılmaz Güney (2015)- Burçak Evren'le ortak-, Karanlıkta Işığı Yakalamak: Ahmet Uluçay Derlemesi (2016), Aytekin Çakmakçı: Güneşe Lamba Yakan Adam (2019), Osmanlı’da Sinematografın Yolculuğu (1895-1923) [2020], Derviş Zaim Sinemasına Tersten Bakmak (2021) – Tuba Deniz’le ortak-, Orta Doğu Sinemaları (2021) – Mehmet Öztürk’le ortak-, Türkiye’de Sanat Sineması (2022) isimli kitapları da bulunuyor.

1 YORUM

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here