Ana sayfa 2022 La Nuit du 12

La Nuit du 12

53
0

“Her yıl Fransız polisi 800’den fazla cinayet soruşturması başlatır. Bunların yaklaşık %20’si aydınlatılamamaktadır. Bu film onlarla ilgilidir.

Bu cümlelerle açılan La nuit du 12, Pauline Guéna, Gilles Marchand ve Dominik Moll’un senaryosunu yazıp, Almanya doğumlu Dominik Moll’un yönettiği Fransa/Belçika ortak yapımı bir polisiye dram. 12 Ekim 2016’da gece sokakta evine giderken yakılarak vahşice öldürülen 21 yaşındaki Clara’nın cinayetinin araştırılma sürecini izliyoruz. Her şey usulüne uygun ilerliyor, titiz ve kapsamlı bir soruşturma yürütülüyor. Bir sürü de şüpheli var. Zaten “katil kim” filmlerinin sahip olduğu potansiyel şüpheli bolluğu, hedef şaşırtıcı hamleler, cinayet motivasyonları, hepsine ve daha fazlasına sahip bir film. İşte tür gerekleri yanında bu sahip olduğu daha fazlasıyla da ilgilenen fakat bunu filmin polisiye ekseninden çıkmadan yaptığı için farkını ortaya koyan bir yapısı var. Clara’nın öldürülmesiyle birlikte davayı ele alan birimdeki polislerden ikisine daha yakın giriliyor. İlki, ailevi sorunları olan, öfke kontrolü sorunu da yaşayan Marceau, diğeri ise filmin merkezi karakteri Yohan. Film, bu cinayet davasına kitabına uygun bir şekilde ve uyum içinde bakan bu geniş ekibi önümüze koyarak, aslında yapılması gerekenlerin yapıldığını vurguluyor. Ne var ki Clara dosyası, açılıştaki yazıda da belirtildiği gibi çıkmaza giren, ne yapılsa sonuç vermeyen davalardan biri olma yoluna doğru gitmeye başlayınca, bu durumun nedenlerini tespit etmeye yönelik çabaların da en az filmin “katil kim” yanı kadar önemli olduğunu anlıyoruz.

Derinlere inildikçe güzel Clara’nın bir “maneater” yani herhangi bir aşk veya sevgi olmaksızın erkekleri cinsel ihtiyaçları doğrultusunda kullanan kadınlardan olduğuna dair bir ortak kanı oluşmaya başlıyor. Film, bu sayede ölmüş Clara’nın ataerkil düzen tarafından yargılanışını, toplum dilinde “su testisinin su yolunda kırıldığı” anlayışını sorgulayacak alanlar buluyor. Böylece bir kadının, tıpkı bir erkek gibi serbest bir cinsel hayat sürmesinin topluma neden dert olduğunu dillendirmeden bile bu alanlar içinde canlı tutabiliyor. Veya sırf kimseye ümit vermediği halde birkaç erkeğin kalbi kırıldı diye vahşice katledilmeyi hak edip etmediğini. Şüpheli erkeklerin sorgularında gördüğümüz ortak tavırlardan biri de, cinayeti onların işlemediğine ikna olsak dahi, Clara’ya bakışlarındaki türlü arızalar, yer yer pejoratif yaklaşımlar. Çoğunlukla oyalanmak için tercih edilen polisiye janrına ait bir yapımın, kadın cinayetlerinin sebep, tür ve coğrafya tanımaksızın evrensel bir sorun olduğu gerçeğine etkili biçimde temas ediyor olması çok değerli. Filmin başlarında kısa bir süre gördüğümüz Clara’nın film boyunca ruhunun korunması, soruşturma esnasında sürekli odak noktası olmasından dolayı adeta görünmeyen bir karakter olarak varlığını sürdürmesi, buna bağlı olarak katili bulunmadıkça bu ruhun huzur bulamıyor oluşu fikri, senaryonun kapsama alanının dışında bile sinyal alabildiğini gösteren nitelikte. Üstelik tavır yönünden kolayca düşebileceği kamu spotu tuzağına düşmeden, gergin ve kırılgan yapısını koruyarak.

Suçluyu açığa çıkaran unsurlar bulunamadıkça ve tüm gerekenler, hatta fazlası yapıldığı halde ilerleme kaydedilmedikçe gerilen sinirler, görevli polisleri de etkiliyor. Uzun süre çözülemeyen vakalar, o vakaya bakan polis veya polislerin kabusu olurlar. Saplantı haline getirildiği için artık kurbanla kurulan bağ daha kişisel bir hal almaya başlar. Ona olan bir vicdan borcunun yükü veya mesleğini hakkıyla yerine getirememiş olmanın ezikliği birbirine karışır. Yohan için Clara davası da böyle. Süreç uzadıkça ve gereken deliller, tanıklar vs. bulunamayınca polislerin konuştukları her erkeğin katil olabilme ihtimali, uğraşması güç bir kısır döngü yaratıyor. Hatta sık sık hız bisikletiyle pistte çalışırken gördüğümüz Yohan’ın sürekli aynı pistte dönüp durmasıyla, Clara davasında bir türlü ilerleme kaydedemeyip başladığı yere dönmesi arasında kurulan paralelliğin gerekliliği tartışılsa da, bu davanın takıntı yaratan, tüketen, acı veren yanının Yohan’a olan etkileri yeterince ikna edici. Çözülemeyen bu cinayet davasından etkilenen, üzerinden üç yıl geçmesine rağmen ısrarla üzerine gitmeye değer bularak dosyayı tekrar açtıran kadın hakimle, artık davayı bırakmış Yohan arasındaki konuşmanın etkileyiciliği gibi hamlelerle seyirci umutsuzluğa sürüklenmek istenmiyor. Yohan’ın yılgınlığı bu umutlarla tekrar yeşeriyor. Çünkü her ne kadar ümitsizlik ve bıkkınlık hakim gelse de, Yohan’ın bu çözülmemiş davayla kurduğu bağ neticesinde katili bulma ihtimallerini değerlendirme ihtiyacı baskın geliyor.

Beklenmedik olup olmadığı da tartışılabilecek ama ne olursa olsun etkileyici sayabileceğimiz finaliyle yarattığı duygu karmaşası filmin amacına ulaştığını, ana fikrini hakkıyla dile getirdiğini deklare edip seyirciye de etraflıca düşünme payı bırakıyor. Cinayete kurban gitmiş kadının bile ahlakının tartışmaya açıldığı her tür toplumsal yapının karşısında iyiliğin, dürüstlüğün, adaletin kazanacağı beklentisinin her zaman karşılık bulamayabileceği gerçeğine değiniyor. Yönetmen Dominik Moll, mütevazi, hatta sinemasal yönden gösterişsiz ama gerçek olaylardan feyz alan hikayesinin akışına değer veren sade anlatımıyla altı ödül kazandığı César başta olmak üzere başka festivallerden de çeşitli ödüller aldı. Özellikle Colin Niel romanından uyarlanan 2019 tarihli bir önceki filmi Seules les bêtes ile çok başarılı bir yapıma imza atan Moll, bu filmin özellikle bölümlere ayrılmış kurgusal estetiğinden farklı olarak La nuit du 12’de nadiren yükselen, ama tüm trajedisini güçlü ve derinden hissettiren tevazusuyla dikkat çekiyor. Bu tevazuyu çok iyi temsil eden Bastien Bouillon, Yohan rolü için belki daha tutkulu ve hırslı bir seçim olmadığını düşündürebilir. Ama filmin gerilimli, gizemli dramatik polisiye akışında armudun sapı, üzümün çöpü aranmıyor. Vahşice işlenen cinayetlerin çözüme kavuşmasını, suçluların cezalandırılmasını temenni etmenin filmlerinden birini izliyoruz. Adalet ihtiyacımız gerçek yaşamda olduğu gibi filmlerle de test ediliyor. Bu ihtiyacın evrenselliği böyle filmler sayesinde geniş çapta bir aidiyet duygusu yaratıyor.

 

Osman Danacı

odanac@gmail.com

Twitter

Önceki makaleModern Çağda Sinemanın Savunusu: Sinema Nedir!
Sonraki makaleLe Otto Montagne
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here