Ana sayfa 2000'ler 2006 Je vais bien, ne t’en fais pas

Je vais bien, ne t’en fais pas

1854
0

İspanya seyahatinden dönen Lili, geri geldiğinde ikiz erkek kardeşinin evi terk ettiğini öğrenir. Babasıyla sık sık atışan kardeşi sonunda vurmuş kapıyı gitmiştir. Ailesine bunun nedenini sorduğunda gelişigüzel cevaplar alan Lili‘nin içini bir merak kaplar. Günler geçtikçe hiçbir haber alınamamasıyla bu merak yerini endişeye ve daha sonrasında da paniğe ve depresyona bırakır. Yana yakıla kardeşinden bir haber bekleyen Lili yemeden içmeden kesildiği için hastaneye kaldırılır. Kardeşini görmek için çaresizce çırpınırken bir mektup gelir. Mektupta yazanlara göre kardeşi eve dönmeyeceğini, babasından kurtulduğu için mutlu olduğunu yazmaktadır. Lili yine de kardeşi Loïc‘ı görme dürtüsünü bastıramaz.

Je vais bien, ne t’en fais pas, Philippe Lioret‘nin 10. ve büyük ihtimalle de en iyi filmi. Film, Olivier Adam‘ın aynı isimli romanından sinemaya uyarlanmasının yanında anlatımı da aynı bir kitap gidişatı tadında. Tek farkı, başlık isimleri tarihlerle geçilmiş. Bir mekan içinde geçen diyaloglar, yaşananlar anlatılıyor ve o gün sona ermiş oluyor. Hiç sıkmayan temposuyla bir oturuşta bitirilecek kitap hissi veriyor. Kitap okumayı sevmeyenler için salt güzelliğiyle değil -ki gerçekten çok güzel- aynı zamanda oyunculuğuyla da başrolü ferah ferah dolduran biri var. Mélanie Laurent.

Daha önce küçük bir rolde, De battre mon coeur s’est arrêté ile karşımıza çıkan 1983 doğumlu oyuncu portföyünü gelecekte epey genişleteceğe benziyor. Yapmacıklıktan uzak bir oyunculuk sergilerken, yaratılan karakterin tüm olanaklarını da çıkarları doğrultusunda çok iyi kullanmayı başarıyor. Onu yalnız bırakmayan umursamaz, günah keçisi baba rolünde Kad Merad‘a da bir şapka çıkarmak lazım. Hiç falso vermeden, “kuşak çatışması babası” rolündeki performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu César‘ını almayı başarmış aktör.

Ergenlikte ve ergenlik bitiminde tüm gençlerin aileleriyle yaşadıkları problemler, iletişimsizlikler, aile içi dayanışma eksikliği gibi sorunlara çanak tutarken, bir yandan da yönetmen Philippe Lioret‘nin dediği üzere “Olağan insanlardan gelen olağanüstü duyguları açığa koyarken, hepimizin çoğu zaman ya utangaçlıktan, ya çok cömert olmamaktan ya da tutukluktan gelen nedenlerle sevgimizi göstermekte çektiğimiz zorluklara” değiniyor film. Son olarak da kişisel bir tavsiyeyle bitireyim. Bu film “Şafak vakti filmleri” olarak adlandırdığım filmlerden. Gün ağarırken izlenmesi halinde belki sizlere de bana yaptığı gibi birkaç damla yaş döktürebilir ve buraya kadar okumanıza teşekkür mahiyetinde aşağıda ilk kıtasını verdiğim şarkıyı tekrar tekrar dinleme isteği uyandırabilir.

Lili, take another walk out of your fake world
Please put all the drugs out of your hand
You’ll see that you can breath without not back up
Some much stuff you got to understand
Melih Tumen

 

Önceki makalePrestige, The
Sonraki makaleDear Frankie
Bir çevirmen. Çeviri onun için kendini ifade etmenin en uygun yolu. Son dönemde animeye sinemadan daha çok önem (değer) veriyor ve haddizatında Japoncaya merak salmış durumda. Sinemada 80 öncesi (Godard hariç) filmlerini elinin tersiyle itmekten çekinmiyor, saygı duymasına rağmen izlemekten hoşlanmıyor. "Sinema öldü!" fikrine katılmasa da sürekli gençleştirme operasyonları geçirdiğini düşünüyor ve dolayısıyla da izleyeceği filmlere katmanlı bir seçicilik uygulamaktan vazgeç(e)miyor. Her tür kara film ve animasyon onun için bir şansı hak ediyor. Reha Erdem ve Satoshi Kôn ne çekse seyrediyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here