Ana sayfa 2000'ler 2007 2 Days in Paris

2 Days in Paris

1352
0

2 Days in Paris
İtalya seyahatinden gelen çift, New York’a uçmadan önce Paris’te 2 gün geçirmeye karar verir. Paris aynı zamanda Marion (Julie Delpy)‘ın memleketidir. Alt katta yaşayan ailesinin üstündeki daireye yerleşirler ve Jack (Adam Goldberg)‘in ıstırabı başlar.

Sunrise & Sunset gibi olmayacağı dışında filmden hiçbir beklentim yoktu. Bende yarattığı ilk intiba Lost in Translation mizahında gidecekmiş gibiydi, ama onun yerine Lost in Jack oldu birden. Adam Goldberg inanılmaz derecede komik. Gerçek hayatta Fransızca bilip bilmediğinden haberim yok, ama filmde sürekli huh.gif ve blink.gif ifadelerini ustalıkla yansıtıyor. Çok az bilinen bir yabancı dili konuşmaya çalışan insanların mimiklerini ve tek kelime tek kelime konuşarak cümle anlatmaya çabalamalarını birebir olarak aktarmış. Son dönemeçte romantizme fazlaca eğilmeseydi nefis bir komedi filmi, diyebilirdim. O kadar güldükten sonra da bu romansa pek ısınmak istemedim.

Melih Tumen
tumenm@gmail.com

————————————————————————–

Oyuncu olarak başarılı bir kariyere sahip Fransız oyuncu Julie Delpy’nin birkaç kısa film geçmişi ve yolun başında sayılabilecek bir senarist-yönetmen kimliği olduğunu, üstelik son derece usta bir vizyonla bunu gerçekleştirdiğini söyleyebilmek için artık elimizde 2 Days in Paris gibi güçlü bir kanıt var. Aslında 2004 yılında Before Sunset filminde Richard Linklater, Kim Krizan ve Ethan Hawke ile beraber uyarladığı senaryo ile Oscar adaylığı bile almış bir tecrübe söz konusu. Bunun öncesinde yazar, yönetmen ve oyuncu olarak almış olduğu akademik eğitimin de katkıları unutulmamalı. 2 Days in Paris, Delpy’nin yazdığı, yönettiği, başrolde yer aldığı, kurgusunu üstlendiği, yapımcılığına katkıda bulunduğu, hatta müziklerini yaptığı son zamanların en kaliteli romantik komedilerinden biri. Bu tamlamanın hakkını vermek son zamanlarda pek kolay değil. Fakat Delpy’nin filmi, bir kadın ve bir erkeğin ilişkilerinin analiz ederken, hem Fransız-Amerikan iki insanın, hem kişilik olarak farklı iki sevgilinin, hem de tür olarak romantizm ile komedinin karşıtlığından etkileyici bir ahenk elde etmeyi başarıyor.

2 Days in Paris ile ilgili eleştiri yazılarında sıkça dile getirilen Woody Allen senaryolarına benzetilme durumu, zaten demirbaş Woody Allen filmlerini görmüş olanların muhtemelen atlamayacakları derecede kendini belli etmekte. Bu barizlik yanında daha yakın bir örnek olarak In Bruges filminin yönetmeni Martin McDonagh’nın o üzerinde çok konuştuğumuz akıcı ve canlı senaryo tadından esintiler de bulmak gayet olası. İster suç, ister romantik komedi yapımı olsun, benzer senaryo dinamiği yakalamış filmler, ne kadar klişe hikayelerden yola çıkıyor olursa olsunlar, fark yaratmaya mahkumdurlar adeta. 2 Days in Paris’in diyaloglara dayalı işleyişi, bu senaryo eşgalinden keyif alanları bir dakika olsun sıkmayacak derecede canlı. Delpy, Marion ve Jack arasındaki ilişkiyi klasik bir kıskançlık ve ilişki sorgulama döngüsüne hapsetmemiş, fakat bu duyguların yoğun biçimde beslediği aşk, seks, bağlılık, arkadaşlık, politika, aile, ihanet, geçmiş ilişkiler gibi önemli yan unsurları sevimli, samimi ve son derece zeki biçimde elekten geçirmiş. Ama öte yandan elekten geçirmenin suniliğini hissettirmeden, ilişkinin iki günlük kesitini tamamen hayatın akışına bırakmış bir doğallıkla ve haliyle yer yer doğaçlama çağrışımlarla resmetmiş. Meğer Julie Delpy sevimli bir örümcekmiş! İtinayla ördüğü ağlar birbirine bağlanıp tamamlandığında ortaya çok estetik bir görüntü çıkarmış. Hatta Woody Allen senaryolarının derli toplu zekasından biraz farklı olarak daha bağımsız ve doğal biçimde şahsi bir duygusal zekanın kodlarını kullanmış.

Bu senaryonun merkezinde Marion ve Jack bulunmakta. Onları analiz etmek hem kolay, hem de zor. Kendileri bile birbirlerini tam manasıyla çözememişken üstelik. Takıntılı, rahatsız, mutsuz ve terör paranoyasına sahip Jack, Paris’te karşılaştığı Bush tişörtü giyen Amerikalı turist hemşerilerine gıcık olup, bilmediği Louvre müzesinin tarifini yanlış verip onları mağdur edecek kadar umursamaz iken, kaldırıma park etmiş arabaları çizerek cezalandıran Marion’un babasının yanlış yaptığını söyleyecek kadar kuralcı ve etik davranan bir kişiliğe sahip. Başlangıçta itici bir izlenim yaratsa da, tanıdıkça ona duyulan büyüyen bir sempati oluşuyor. Marion’un ailesi, eski sevgilileri ve çevresiyle yaşadığı kültür farklılıklarından şikayet ediş biçimindeki alaycı yaklaşımı filmin komedi omurgasını zinde tutuyor. Gerek sevgilisinin eski sevgilileriyle yüzleşmesine katlanmak zorunda kalan bir erkek, gerekse Paris’te bir Amerikalı duruşun yarattığı yabancılaşma sayesinde izleyicinin kolaylıkla özdeşlik kurabileceği bir karakter haline geliyor. Etrafında Fransızca konuşulduğu anlarda yüzünden hiç silinmeyen şaşkınlık ifadesinin izleyende yaratacağı sempati buna en güzel örnek. Amerikan ve Fransız kültürleri arasındaki farklılıklara zekice espirilerle değindiği kadar, Rimbaud’yu “Rambo” şeklinde anlayacak kadar da dil farklılığına safça teslim olmuş bir turist konumunda. Jim Morrison’ın Paris’teki mezarına gitme sebebi de bir Val Kilmer hayranı olmasından başka, sadece turistik önem taşıyan bir mekan olmasından başka bir şey değil. Marion ile ilişkisinde de kıskançlık sınırları ciddi şekilde zorlanan bir erkek olarak, özellikle erkekler tarafından benimsenecek çaresizlikler içinde Jack… Sokakta rastladıkları eski erkek arkadaşlarından biri ile oral seks yaptığını Jack’e itiraf eden Marion, bunun Bush, Irak savaşı ve Kuş Gribi gibi dünya sorunları yanında büyütülecek bir şey olmadığını söylediğinde, Jack’in dünyayı sarsan Bill Clinton-Monica Levinsky benzetmesi, her ne kadar çalışılmış bir diyalog da olsa kayda değer. Fransız genişliğine karşı Amerikan muhafazakarlığı! Bu gibi kültürel çelişkilerden çok etkileyici çıkarımlarda bulunmuş olan çift vatandaşlığa sahip Julie Delpy’nin eleştirel yönü Paris’e cehennem dedirtecek kadar geniş, kendi memleketine turist duyarlılığıyla yaklaşabilecek kadar da tarafsız aynı zamanda.

Öte yandan Delpy kendi rolünü tasarlarken hiç de ego yapmamış. Bazen anlatıcı, bazen bilgilendirici, çoğunlukla da Jack’in rahatsız halibi dengeleyici serinkanlılıkla hareket eden bir kadın. Bağımsızlığına düşkün, fakat kendisine ait hayatı boyunca tek bir erkekle beraber olamayacağı fikrine yine kendisini ikna edememiş dürüst bir aşk kadını aynı zamanda. Hataları veya yalanları olsa da, bunları gerçek aşkı saydığı Jack ile tanışmadan önceki hareketli geçmişinin küllerinden doğmuş ufak tefek yanlışlıklar olduğunu anlatabiliyor. Tam aşkı bulduğunu düşünürken onu kaybetmenin, sonra başka biriyle her şeyi baştan almanın hayatın bir döneminde artık kaldırılamayacak kadar zahmetli olmasının vurgusunu, ilişkilerle dolu geçmişimizin bizi gerçek aşktan alıkoymasının adaletsizliğini hissettiriyor. Fransız genişliğinin bile daralmaya ihtiyacı olduğunu belki de… Her platformda insanların çenesini düşüren kadın-erkek ilişkilerine bakışı ile Delpy, çok yeni şeyler söylemiyor. Ancak eskileri yenileyiş biçimi çok etkileyici. Etkileyiciliği de sadelikten ve samimiyetten geçmekte. Oyunculuk açısından ekstra yük getirebileceğini düşüneceğimiz bu iki insanı canlandırırken Julie Delpy’nin ve Adam Goldberg’in abartısız hakimiyetleri, kendilerini akıntıya bırakmış halleri çok güçlü. Fakat Jack’in kapıldığı akıntı, Marion’a göre daha silkeleyici olunca Goldberg’in gurbetteki hali daha merkeze kayıyor. Kendisi Ethan Hawke kadar parlak bir görünüme sahip olmayabilir, hatta böyle kaliteli bir yapım için akla ilk gelen isimlerden biri olmayabilir. Ama ete kemiğe büründürdüğü komik ve aynı zamanda arızalı romantik Jack karakteri ile, Delpy’nin gerçek hayatta yakın dostu olması yanında çok iyi bir oyuncu olduğu gerçeğini de bilen bilmeyene kanıtlıyor. Julie Delpy’nin gerçek anne-babası olan Marie Pillet – Albert Delpy ikilsinin az ve öz katkıları yanında, Alman asıllı Barcelona doğumlu genç oyuncu Daniel Brühl’ün kısacık bir rolü de mevcut.

Tıpkı In Bruges gibi bir Avrupa fonu oluşturmasına rağmen, Paris’i hikayesinin önüne geçirmeyen bir turistik dekor olarak kullanan Delpy, Paris’in mimari yapısını, pazarlarını, kapalı mekanlarını, parklarını, tuhaf taksi şoförlerini, tavşan eti yanında servis edilen havucunu ve kendine has özgürlük anlayışını ekonomik bir dille yazmış, yönetmiş. Hem Amerikalı, hem Fransız, hem kadın, hem erkek, ilişki bazında da hem özgür, hem de olması gerektiği biçimde kuralcı olmayı başaran bir filme imza atmış. Özgürce yaşanan bir duygu olarak bilinmesine rağmen aşkın iki insan arasında belli bir kuralcılığı da beraberinde getirdiğini, sorumluluk yüklediğini, hatta bunların zamanla gerekli olduğunu düşündüren bir film olarak 2 Days in Paris gibi güçlü bir romantik komediye kapılar açık tutulmalı.

Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com

Önceki makaleMiehen Työ
Sonraki makaleLevottomat
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here