Gerçek mi Rüya mı?
Distopya kelimesine sözlükte karşılık gelen anlama bakacak olursak: “Ütopik toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır.” yazısını görürüz. Yani gerçekte olan “olmayan yer” anlamına gelen ütopik kelimesinin her zaman için kullanılan anlamı olan “iyi bir yer” tanımını göz önüne alırsak distopya “ kötü bir yer” anlamına gelmektedir. Brazil filmi tam anlamıyla distopik bir filmdir. Çünkü film tam olarak da düzenli bir kaosun (Terry Gilliam’ın takma adı Kaptan Kaos’tur.) zaman ve mekân örüntüsü içerisinde yansıtılmaktadır seyirciye. Filmin adının ortaya çıkış hikâyesi ise ilginçtir. Terry Gilliam bir gün endüstriyel kirliliğin tüm sevimsizliğiyle gözler önüne serildiği bir liman kahvesinde otururken etraftaki gri atmosfer, liman işçilerinin yüzlerindeki mutsuzluk arasında 1939 yılına ait “Aquarela do Brasil” parçasını duyar bir adamın radyosundan. Hareketli bir ezgiye sahip olan parçanın yönetmenin bulunduğu ortam ile tezat oluşturması Brazil filminin temellerinin atılmasını sağlamıştır. Film içerisinde aslında Brezilya ile ilgili herhangi bir hikâye ya da olay yer almamasına rağmen film adını bu parçadan alır. Filmde de sürekli çalan parça aslında tam da filmde de bulunduğu atmosfer ile tezat yaratmaktadır.
Brazil filmi tür olarak fantezi, komedi, drama öğelerini barındırmaktadır. Kafka ve Orwell eserlerinin benzeri atmosferler çağrıştıran film, Orwell’in “1984” adlı eserinin benzeri imgeler barındırmaktadır. Enteresan olan ise yönetmenin film çekilmeden önce “1984” adlı eseri okumadığını belirtmesidir. Ne kadar gerçektir bilinmez ama yine de filmin başarısına gölge düşürecek bir sorun yaratmaz bu durum.
Film genç bir devlet memuru olan Sam Lowry’nin hayallerinde geçmektedir aslında. Terry Gilliam’ın sevdiği birçok tarzı bir arada barındırır film: Rüyalar, hayaller, sistem eleştirisi, farklı bir anlatım ve bakış açısı. Brazil filmi Gilliam filmografisinde bir üçleme içerisinde incelenmektedir denilebilir. Sırasıyla Time Bandist (1983), Brazil (1985) ve Adventures of Baron Munchausen (1989). Birçok imgenin, düşüncenin, dikkat çekici diyalogun yer aldığı bu filmlerin ana teması rüyalar ve fantezilerdir. Yönetmen Time Bandits filmiyle bir çocuğun gözünden, Brazil filmiyle bir yetişkinin gözünden, son olarak da Adventures of Baron filmiyle de yaşlı bir adamın gözünden rüya temasını mercek altına almıştır. Filmleri için aşırı bir emek ve zaman harcayan, ince eleyip sık dokuyan Gilliam’ın Brazil filminin çekimlerinin bitmesine doğru aşırı stres ve beğenilmeme korkusu yüzünden yürüme yeteneğini kaybettiği söylenir.
Filmin konusuna geçecek olursak, “Sıradan bir devlet memuru olan Sam Lowry (Jonathan Pryce)’nin sıra dışı hikâyesi.” diyebiliriz basitçe ama hiç de basit olmayan bir anlatımla. Sam Lowry bilgi bakanlığında çalışmaktadır. Bilgisayarlar tarafından yönetilen bir dünyada kendi içine kapanmış, hayallerinde yaşayan bir istatistikçidir. Gilliam tarafından yaratılan mekân bürokrasinin yoğun olarak hissedildiği, tam anlamıyla kan emici bir hükümet tarafından yönetilen bir yerdir. İnsanların kendi elleriyle yarattığı makineler insanların hayatlarını bir paradoksa sokmak için çalışması ile ön plana çıkarılmıştır. Terry Gilliam’ın bu denli sistem karşıtı olmasının nedeni kimilerince yaşadığı bir olaya bağlanır. Kısaca açıklamak gerekirse yönetmen ve eşi iyi niyetli protestocu bir grubun arasına karışır, sonrasında ise polis ile karşı karşıya kalırlar ve… Terry Gilliam daha sonraları bu acı olayı şöyle tanımlayacaktır: “Cehennemi tattığım ilk an oldu…” Bu küçük anı da bize Gilliam sineması ile ilgili birçok bilinmeyeni açıklar (Yaşadığı bu olay sonrasında Gilliam ABD’yi tamamen terk etmiş ve İngiltere’ye yerleşmiştir). Sam Lowry’nin gerçek dünyadan koparak hayallere dalması yönetmenin en sevdiği konuları ele almasını yansıtır. Bürokrasi ve teknoloji kapanına sıkışmış olan Sam mutluluğu ve kaçışı hayallerde bulur. Rüyasında sürekli olarak aynı kadını, yani Jill’i (Kim Greist) kurtardığını görür. Mitolojik göndermeler de içeren filmde Sam Lowry kendini İkarus -Yunan mitolojisinde Dedalus’un oğludur. Kapatıldıkları kafesten kaçmak için babasının balmumundan yaptığı kanatları kullanırlar. Kaçarken güneşin cazibesine ve çekiciğine dayanamayıp ona doğru kanatlanan İkarus kanatları eriyince denize düşerek ölmüştür- ile özdeşleştirir hayallerinde.
Jill ise aslında devlet tarafından aranan bir terörist olarak gösterilmektedir. Ama Jill’in söylediği bir cümle de hayli düşündürücüdür: “Ne teröristi? Sen gerçek bir terörist gördün mü hiç?” Filmde gerçekten de gerçek bir terörist yoktur aslında. Filmin başında ise terörist saldırıların 13 yıldır söylendiği belirtilmiştir. Bu durum da insanın aklına (tam da Gilliam’ın istediği gibi) “Gerçek terörist devlet midir?” sorusunu getirir.
Her sahnesi başlı başına bir olay, bir konu olan filmde kısa fakat garip ve dikkat çekici rolüyle Robert De Niro’yu da görürüz. Bol bol söylediği “We are all in together” sözüyle garip tesisatçı Harry Tuttle rolünde görülmektedir. Filmde aslında tüm karakterler için “garip” sözünü kullansak çok da yanılmayız. Sam’in estetik düşkünü annesi, Sam’in hayallerinde yaşattığı, sevdiği, kurtardığı fakat sistem tarafından terörist ilan edilmiş bir kadın, tesisatçılar, bol bol su boruları, ileri derecede gelişmiş bilgisayarlar, garip yaratıklar, “we do the work, you do the pleasure” sloganıyla çalışan central services personeli (Bob Hoskins, Bryan Pringle)…
Özetleyecek olursak Gilliam filmografisinde çok iyi bir yere sahip olan film yukarıda anlatılanların dışında aynı zamanda kara bir mizah içerdiği için tebessüm ettiren, düşündüren bir yapıda. Gilliam hakkında bilgi sahibi olmak, türünün en iyi filmlerinden birini izlemek, kara mizah tarzının inceliklerini öğrenmek ve içinde bulunduğumuz ve bulunacağımız geleceğe bir göz atmanız için kesinlikle izlemeniz gereken bir film.
Ayşegül Soyhan
asoyhan@hotmail.com
bu filmi izlememiştim, ama çok merak ettim, en kısa zamanda izleyeceğim.