Ana sayfa 2010'lar 2010 True Grit

True Grit

1162
0

Charles Portis’in romanından Marguerite Roberts’ın senaryosunu yazdığı 1969 yapımı True Grit’ten 40 yıl sonra Ethan ve Joel Coen kardeşler filmi yeniden çekmiş bulunuyorlar. Aksamayan, bazı sahneler dışında orijinalinden sapmayan, hatta kimi zaman birebir yeniden çekilmiş sahnelerle “yorum farkı” meselesini umursamayan bir yapım ortaya çıkarmışlar. Bu yaklaşım, kendilerinin bir western çektiğini ilk duyduğu andan itibaren tırnaklarını yemeye başlamış benim gibi Coen takipçilerini belli yönlerden hayal kırıklığına uğratabilir. Teknik olarak döneminin gereklerini gayet iyi uyarlamış bir True Grit (1969) varken, esaslı oyuncularla aynı filmi plân plân, cümle cümle tekrar etmek biraz heves kırıcı açıkçası. Film çok elit bir dile, cıva gibi yerinde duramayan cümlelere, dikkat dağıtmayan bir senaryoya sahip. Elbette romandan mı, yoksa Coenler’den mi kaynaklandığını bilmediğim bazı değişiklikler de görülüyor. Mattie’nin babasının Chaney tarafından nasıl öldürüldüğünü orijinalinde görüyor olmamıza rağmen, yeniden çevrimde sadece Mattie’nin ağzından duyuyor olmamız bile filmden bazı şeyleri eksiltebiliyor. Neyse ki bu açığı kapatmak için Coenler’in çeşitli kozları bulunuyor. Yine kaynağını bilmediğim çok farklı bir final, ilk filmin aksine, filmlerine final yapmayı pek sevmeyen Coenler’in tarzından uzak bir western hüznü kuşanmış.

John Wayne’e En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı aldığı eski True Grit dışında, Katharine Hepburn’ün de yer aldığı 1975 yapımı Rooster Cogburn adlı bir devam filmi ve 1978’de çekilmiş bir TV filmi de bulunan romanın neden bu kadar rağbet gördüğü tartışılabilir bir başka nokta. Western tarihinde 14 yaşındaki bir çiftçi kızın babasının intikamını alması için eski tüfek bir ödül avcısıyla işbirliğinden çıkarılacak malzemelerin cazipliği, üstelik bu kızın kuşandığı türlü özelliklerin vahşi batı kanunlarıyla çatışması yeterince ilgi çekici ve tatmin edici bir çıkış noktasını oluşturuyor. Özellikle No Country For Old Men ile özgün bir western anlatımına hiç yabancı olmayan Coen kardeşler, işi aceleye getirmeyip bu çıkış noktasından hareketle çok farklı bir film veya sıfırdan başka yeni senaryolar üretebilirlerdi. Orijinaline üstünlük kuramamış (gerçek amacın bu olduğunu da sanmıyorum) bir True Grit benim için tüm pozitif yönleri bir kenara, bu filme ve savunduklarına saygı dışında çok büyük bir film olma iddiasında değil. Oysa western-Coen birlikteliği, kendi farkını yaratabilecek birçok ustalığa müsait sağlam bir zeminde bulunmalıdır.

Halk önünde infaz, kitle iletişim araçları olmadan koskoca vahşi batıda kulaktan kulağa yayılmış hikâyeler, o hikâyelerin başrolündeki kişiler, attığını vurma geyikleri, başına ödül konmuş kanunsuzlar, kaçış sonrasında önceden belirlenmiş at değiştirme noktaları, tadına doyulmayan kovboy hazırcevaplığı, ranger-marshall çekişmesi, iz sürme disiplini ve daha bir yığın ayrıntı, ilk kez True Grit izleyecek western gönüllüleri için zengin sayılabilecek bir sofra adeta. Ne var ki, Coen imzası bulunan her yapımı izlemeye şartlandırılmış seyirciye ise o sofradan doymadan kalkmış duygusu vermesi muhtemel bir film aynı zamanda. Fazla gizemi olmayan, olsa bile western kalıpları dışına çıkamayan sürprizsiz karakterler, sıra dışı olmayan, Coen etkisi bırakmayan sahneler ve işleri bağlayıp defteri kapatan bir final, Coen senaryo anlayışının yükselttiği çıtayı aşamıyor. Yönetim alanında da ufak çapta değişiklikler var. Orijinal filmin o Pazar günlerini anımsatan parçalı bulutlu masmavi gökyüzünün yerini çğu zaman kapalı, puslu ve tekinsiz bir hava almış. Bu noktada Roger Deakins’in profesyonel görüntü yönetiminin yarattığı atmosfer bilincinden ayrıca söz etmek gerek. Western çekmeye niyetlenmiş bir yönetmenin anlaşmayı düşündüğü isimlerin başında yer alması gereken bir sanatçı Deakins… Beraber çalıştığı Coenler’in birçok filminde çıkardığı işçilikten, özellikle de The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford’un efsanevi havasından uzak bir görünümde olsa da, iki True Grit’in birbirine çok benzeyen sahnelerinin yoğunluğu arasında yeni True Grit’te elinden geldiğince fark yaratmaya çalışıyor.


Madem iki True Grit arasında mukayese yapıyoruz, oyuncular açısından da duruma bakalım. John Wayne’e Oscar kazandıran Cogburn karakteri, bu kez damarlarında western kanı dolaştığını bildiğimiz Jeff Bridges ile hayat buluyor. Oscar kıstaslarının (ya da en azından seyircinin kendi açısından belirlediği ödül kıstaslarının) çok üzerinde görmediğim John Wayne performansı ne ise, Jeff Bridges’ın yansıttığı da hedef sapmaksızın o. Kocaman şapkası, siyah göz bandı ve saç-sakal birbirine girmiş pejmürde haliyle Wayne’e göre daha inandırıcı bir berduş bile denebilir. (John Wayne, Charlton Heston, Ronald Reagan gibi oyuncuları beğenmediğim için bu konuda ne derece objektif olabildiğimi bilemiyorum tabiî.) Matt Damon’ın canlandırdığı LaBoeuf ise, bazı durumlardaki anahtarlığına rağmen ne uzayan, ne de kısalan bir rol. Ama bu filmde daha salaş bir makyaj tornasından geçen bebek yüzlü Damon’ın, bebek yüzlü Glen Campbell’dan daha inandırıcı bir ranger görünümüne sahip olduğu bir gerçek. İki filmde LaBoeuf’e biçilen sonların çok farklı oluşu, bu karakterin iki filmde algılanış biçimindeki önem/önemsizlik pozisyonuna da etki edebiliyor. Josh Brolin ise afişte yer bulmasını bile gerektirmeyecek kadar kısa bir rolle, derinliği olmayan kötü adam Tom Chaney kimliğinde. Chaney’nin Mattie’ye ve seyirciye göründüğü ana kadar sık sık isminin geçmesinden dolayı gizem halesi yaratılmaya çalışılması, Lucky Ned’in de ortaya çıkmasıyla ilginç biçimde tüm sahip olduğu kötücüllüğü Ned’e devrediyor. Bu yüzden kısa da olsa Barry Pepper’in doldurduğu Ned, Chaney’ye göre çok daha iyi çizilmiş bir kötü adam.

Ama True Grit’te herkes bir tarafa, hem karakter olarak Mattie Ross, hem de onu canlandıran Hailee Steinfeld’in oyunculuğu bir tarafa. Tıpkı 1969’da Kim Darby’nin yaptığı gibi. Mattie Ross karakteri birçok yönden oyuncusunu işleyen bir rol. Her iki filme birden dinamizm ve renk katan Mattie, babasının yok yere öldürülmesinin ardından bir anda üzerine büyük bir sorumluluk almak zorunda kalmış, hazır almışken de onun katilini yakalamak için her şeyi göze almış, hedefini elde edeceğine inanmış, inatçı ve çok zeki bir kız çocuğu olarak en sıradan westerni bile çevirebilecek ölçüde içi dolu bir karakter. Chaney’yi gözlerinin içine bakarak öldürmeyi isteyecek, bu yolda kendini kurtlar sofrasına atacak kadar cesur, kendi yaralıyken yorulan atını düşünecek kadar asil, kendini büyüklere ezdirmeyecek kadar da bilinçli. Önüne gelene sağlam ayarlar veren kıvrak zekâsını ve çenesini durdurmanın tek yolu, onu dize yatırıp pataklamak oluyor. Cogburn ve LaBoeuf’e diklendiği sahneler kadar, filmin başlarında Stonehill ile yaptığı at pazarlığı görülmeye değer. Erkek egemen westernlere farklı bir boyut katabilecek ölçüde kimyası tutan Cogburn ve Mattie’nin iz peşindeki yol hikâyesi olarak True Grit’in bu kadar sık uyarlanıyor olmasının en önemli sebebini de bu kimya oluşturuyor olsa gerek. LaBoeuf ile daha da güçlenen ittifak, üç karakterin ikili atışmalarıyla daha da renkleniyor. Cogburn ve LaBoeuf arasında yaşanan, İç Savaş’ın tartışmalı figürlerinden William Quantrill gerginliği de bu renkliliğe ufak bir politik fırça darbesi vuruyor. Coen beklentilerini tam olarak karşılayamamış olsa da, farklı amaçlarla aynı adamın peşine düşen bu üçlünün maceralarını konu alan True Grit, orijinal yapımı görmemiş western seven yeni jenerasyon ve western sevgisini hiç gömmemiş eskiler için türün gereklerini ustaca yerine getiren bir film olarak görülmeyi hak ediyor.

Osman Danacı

odanac@gmail.com

Önceki makaleRed Lights’ın başrolünde De Niro
Sonraki makaleAltın Ayı Ödülünün Sahibi Belli Oldu
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here