Ana sayfa 2010'lar 2011 The Artist

The Artist

1162
0


Michel Hazanavicius’ın yazıp yönettiği The Artist, aldığı ve aday olduğu onlarca ödülle yılın en flaş filmlerinden biri oldu. 1920’lerin sonunda sesli filmlere geçilmesiyle ünlü oyuncu George Valentin’in kariyerinin adım adım dibe vurmasını, bununla birlikte tesadüfen tanıştığı ve destek olduğu Peppy Miller’ın ise yükselişe geçip bir yıldıza dönüşmesini konu alan film, Hazanavicius adını ciddi içimde ilk kez uluslararası platforma taşıyan bir film oldu. Hakkında yazılan eleştirilerin çoğunda “3D çağına girdiğimiz bir dönemde sinemanın en saf haline bir saygı duruşu” gibi klişe cümlelerle karşılanan The Artist, bu övgüleri büyük ölçüde hak ediyor. Sessiz filmlerin teknik kalıplarını başarıyla uygulayan, yarattığı nostaljik atmosferi güçlü iki başrolüyle pekiştiren, kostümleri ve sinematografisiyle “eski”liğine zeval vermeyen bir film olarak sözü edilen saygı duruşunu lâyığıyla yerine getirdiği söylenebilir.

Aslında 2010’lu yılların flaş bir filmi haline gelmeyi 1920’lerin sessiz sinema dokusuyla başarmış olmasının “nostaljiye duyulan özlem” olarak tanımlanması haksızlık olmalıydı. Oysa filmin pekçok başarılı yanına rağmen, konu olarak cezp edici bir özelliği bulunmamasından dolayı “nostalji” kelimesi kendini öne fazlasıyla çıkarıyor. Sektörlerde yaşanan devrim niteliğindeki gelişmeler karşısında kendini yenileyerek ayakta kalamamış, eskiye saplanmış bireylerin yaşadıkları sıkıntı ve çöküşleri kendi kırılganlığıyla yaşayan filmin tek önemli eksikliği, geçmişteki sesli ve sessiz birçok filmden alınmış olan “düşen yıldız ve yükselen yıldız” paralelliğinin derinleştirilememesi. Böyle olunca Hazanavicius’ın konu yönünden cepten yiyip kolaya kaçtığı eleştirileri de zemin buluyor. Sesli filmlere geçişin, bu alanda zirveye çıkmış George Valentin’in sonu olabileceğine dair çok çarpıcı ve sessiz (!) kâbus sahnesine benzer yarattığı orijinal kontrastlar, Charlie Chaplin, Buster Keaton, Harold Lloyd yapımlarındaki ilham veren orijinalliklerden esintiler taşıyordu. Ne var ki The Artist’in ses kavramıyla olan meselesinin de buna benzer eleştirel hınzırlıklarla daha fazla vurgulanmasını beklerdim.

George ve Peppy arasındaki kariyer iniş çıkışlarının, aynı zamanda sessiz ama derinden ilerleyen duygusal çekimin tamamı, oyuncuların gayretleriyle vücut buluyor. George Valentin’in gözden düşmeye başlaması, sesli sinemaya sıcak bakmaması, buna karşın kendi keşfi Peppy Miller’ın bir yıldıza dönüşmesi, Valentin’in de bunu gurur yaparak sektöre küsmesi filmin derdini anlatmaya yetiyor. Bu derdin aynısını bugüne kadar çok daha etkili biçimde anlatmış filmler gördük. Böylesi bol ödüllü, bol adaylı bir filmin konu bakımından tekrar edici yanı can sıkmıyor değil. Neyse ki bu süreçte buhran döneminin yarattığı ekonomik çöküntü de unutulmamış ve sinema sektörünün ayakta kalabilmesi için yeni tekniklere, yeni yüzlere ihtiyacı olduğu acı gerçeği de Valentin’in dramına eşlik etmiş. Böylece günümüzde bile geçerliliği bulunan artistlik müessesesinin yaşla orantılı cazibesi ve nankörlüğü de yerini bulmuş.

Valentin’in ısrarla gurur yaptığı, uğruna karısını, parasını, eşyalarını, kariyerini, sadık şoförünü ve aşkını kaybetmeyi göze aldığı sesli filmlere olan tavrını değiştirme eşiği yeterince keskin sayılmaz. Sessiz bir film yaparak sessiz filmlere övgü, sevgi, saygı sunan bir filmin sonunda sesli sinemayla sağlanan barışı (enfes bir tap dance eşliğinde) karşılayış şekli, tüm estetik ve güzelliğine rağmen hüzün taşımıyordu ki, Hazanavicius o hüznü film içerisinde yeterince aktardığını (haklı olarak) düşünmüş olmalıydı. Oysa finalin de yeni bir sinemanın görkemli karşılanışı kadar, sessiz filmlerin uğurlanışına ait son bir hamlesi lâzımdı sanki. Bu son hamleyi The Artist’in bütünü olarak algılamak bana pek yetmedi doğrusu. Çok iyi bir film olduğunu, “3D çağına girdiğimiz bir dönemde sinemanın en saf haline bir saygı duruşu” olduğunu kabul etmekle birlikte, saygı duruşunu bir kenara bırakıp sessiz sinema kalıpları içinde kendi olabildiği anları daha çok sevdim.


Michel Hazanavicius, 2006’da bir Fransız James Bond parodisi olan OSS 117: Le Caire, nid d’espions’da çalıştığı Jean Dujardin – Bérénice Bejo ikilisini tekrar buluşturarak filmin en etkili unsurlarını bir araya getiriyor. Özellikle Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazanan Jean Dujardin, 1920’ler sessiz sinemasından fırlamış gerçek bir oyuncu kadar dinamik ve renkli. Haliyle mimiklerin ve vücut dilinin önem kazandığı filmde kocaman gülümsemesinin ve sempatisinin ardına sakladığı hüzünlü adamı da su yüzüne çıkarmayı ihmal etmiyor. Filmin sessiz oluşu, sanılabileceğinin aksine Dujardin’in işini kolaylaştırmış da sayılmaz. Bir film çekimi sırasında defalarca tekrarlanan dans sahnesinde rol içinde rol sunmaya çalışması bu güçlü performansa verilecek örneklerden sadece biri. Aynı zamanda Hazanavicius’un eşi olan Arjantin asıllı oyuncu Bérénice Bejo da Peppy’nin çekici, ışıltılı, masum duruşuna ve naif aşkına inandıran bir oyunculuk sunuyor. Hemen herkesin kalbini kazanan köpek Uggie’nin becerikliliğine ise söz yok. Filmin belki de dramatik anlamda tavan yaptığı tek an olan intihara teşebbüs sahnesine katkısı boyundan çok büyük.

The Artist, gösterildiği her ortamda ayaklarda alkışlandı, övgülere ve ödüllere boğuldu. Bunun çok gerilerde kalmış sessiz sinemanın geri dönmüş bir örneğine verilen duygusal bir karşılık, sorgusuz bir saygı olduğu muhakkak. Çünkü konusu defalarca işlenmiş bu film günümüz şartları ve imkânlarıyla çekilse böyle ses getirmeyebilirdi. Haksız bir karşılaştırma olduğunun farkındayım. Keşke sessiz sinema geleneği bir şekilde günümüze kadar aktif biçimde korunabilseydi. Nasıl ki farklı türlerde filmler hâlen çekilmekte, dönem yapımları, Mad Men gibi diziler, tarihi eskilere dayanan animasyonlar ömrünü sürdürmekte, yönetmen ve aktörlerin de kendilerini farklı bir platformda test edebilecekleri daha deneysel bir alan yaratılabilirdi (sürdürülebilirdi). Sean Penn’i ya da Charlize Theron’u kariyerlerinde bir defaya mahsus da olsa saniyede 22 kare çekilen sessiz bir filmde izleyebilseydik. Günümüz oyuncularından John Goodman, James Cromwell ve çok kısa da olsa Malcolm McDowell’ı görünce bunu daha iyi hissediyor insan. Belki örnek çok olunca alıcısı daha az olurdu. Ama en azından özlenen bu türe olan saygı, onu tek bir filmle anıp ödüllere boğarak değil, uzun yıllar yaşatarak gösterilmiş olurdu.

Osman Danacı
odanac@gmail.com

Önceki makaleJim Jarmusch da Vampir Filmi Çekiyor
Sonraki makaleBen Gazzara Hayatını Kaybetti
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here