Ana sayfa 2010'lar 2019 The Traitor

The Traitor

826
0

Sicilya’nın en bilinen mafya babalarından biri olan, bu camiada “iki dünyanın babası” olarak anılan Tommaso Buscetta’nın gerçek hikayesinin anlatıldığı Il Traditore, onun sessizlik yeminini bozup mafyanın ilk itirafçısı olacağı sürecin başladığı 80’li yılların başından itibaren yaşadıklarını anlatan bir suç dramı. Açılışı Buscetta’nın sonradan kanlı bıçaklı olacağı diğer güçlü mafya üyelerinin de katıldığı bir partiyle yapan film, burada sezdirdiği tekinsiz atmosferi genele de ekonomik biçimde yaymış, temposunu çok iyi ayarlamış anlatımıyla iki buçuk saatlik süresini akıcı kılmayı başarıyor. Kendi üyeleri tarafından “Cosa Nostra” olarak adlandırılan ve ailelere bölünmüş Sicilya mafyasının en saygın isimlerinden olan, fakat iç çekişmeler ve güç savaşları sonrasında çıkan kanlı hesaplaşmalar yüzünden ailesiyle birlikte Brezilya’ya kaçan Buscetta, İtalya’daki eski eşlerinden olan çocuklarının ve akrabalarının katledildiğini öğreniyor. Bir süre sonra yakalanıp sınır dışı edilme tehlikesiyle karşılaşınca, üstelik işkence görüp ailesi ile tehdit edilince çaresizce muhbir olmaya karar veriyor. Böylece sözde kendi etik değerlerine sahip Cosa Nostra’nın aslında iktidar uğruna hiçbir yerleşik etik değeri tanımayan terörist bir oluşum olduğuna yönelik eleştirel zemin hazırlanıyor.

2010’da İstanbul Film Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alan İtalyan sinemasının tecrübeli yönetmenlerinden 80 yaşındaki Marco Bellocchio, 2019 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan filmi Il Traditore’de Tommaso Buscetta’nın son dönemlerine ışık tutan güçlü bir mafya hesaplaşması sunuyor. Sicilya’nın mafya aileleri arasında birleştirici bir güç olan Buscetta’nın, suç dengeleri değişmeye başlayınca etrafındaki çemberin daralmasıyla muhbirliğe kadar uzanan günlerini ve sonrasını izliyoruz. Konuşmaya karar veren ama “muhbir” olarak adlandırılmak istemeyen Buscetta, istese de istemese de Cosa Nostra tarafından bir muhbir damgası yemeye mahkum. Üstelik sadece en büyük hasmı Totò Riina değil, kendi ailesinden Pippo Calò’ya bile güvenemez halde. Brezilya’da yakalandıktan sonra İtalya’ya getirilen, burada kendini Sicilya mafyasını yok etmeye adamış sembol isimlerden savcı ve sorgu hakimi Giovanni Falcone tarafından sorguya çekilen Buscetta, soğukkanlılığı ve rahat tavırlarıyla bir zamanlar içinde olduğu dev şebekeden intikam almak için tüm sırları ifşa etmeye, isimler vermeye başlıyor. Elindeki bu güçlü gerçek hikayenin farkındalığıyla Bellocchio, teknik açıdan dinamik, akıcı, geri dönüşlerle, doğru kesmelerle, açılarla yaşından genç bir filme imza atıyor. Özellikle mahkeme sahnelerindeki gerçekçi yaklaşım, yüzleşmelerin, suçlamaların, itirafların sağladığı gerilimli atmosferi yansıtmakta çok etkili bir yöntem. İtalyan mahkeme düzeninin tuhaflığının da bunda payı var elbette.

Filmin baş kahramanı Tommaso Buscetta, mafyaya büyük darbe vurulmasına katkıda bulunmasına rağmen bir kahraman sayılmaz. Neticede bir zamanlar parçası olduğu, sayısız kötülüğe imza atmış Cosa Nostra ile yaşadığı husumet yüzünden çaresiz kalıp itirafçı olmaya karar vermiş bir korkak. Tabii Bellocchio, onun kuyruğunu kıstırıp bu çeteyi ele vermesindeki nedenleri etkili biçimde gösterdikten sonra psikolojisine eğilerek seyirciyle arasında kurabildiği kadar özdeşlik kurmaya çalışıyor. Ama büyük bir iş başarmış kahramanla kurulan bir özdeşlik yerine, onun başka bir coğrafyada ailesiyle birlikte tanık koruma programı bünyesinde farklı bir kaçak hayatı yaşadığı Amerika günlerindeki ruh halini hissetmesini istiyor. Örneğin ailesiyle gittiği bir restorandaki müzisyenin, 80’li yıllarda Toto Cutugno’nun meşhur ettiği pop marşlarından biri olan L’Italiano’yu söylemesiyle yaşanılan tedirginlik, o sahneye çok ustaca yüklenmiş bir gerilim anı olarak dikkat çekiyor. Cosa Nostra’nın elinin nerelere uzanabileceğinin belirsizliği ve kaygısını hep içinde taşıyan, öte yandan Palermo’ya dönüp ihbar ettiği düşmanlarıyla mahkemede yüzleşmek isteyen Buscetta’nın bu psikolojisi de filmin vermekte başarı gösterdiği unsurlar arasında. Fakat filmin asıl kahramanı, haliyle kendisine Buscetta kadar ağırlık verilmeyen, anısına da saygıda kusur edilmeyen sorgu hakimi Giovanni Falcone…

Hakkında Giovanni Falcone (1993) ve Giovanni Falcone, l’uomo che sfidò Cosa Nostra (2006) gibi filmler de yapılmış olan bu cesur adam, organize suç ile mücadelede yaratıcı soruşturma teknikleri uygulayarak 1980’lerin ortasında savcı olarak dahil olduğu Maxiprocesso Davası’nda suçlanan 474 mafya üyesinden 360’ını mahkum ettirdi. Hatta Amerikalı meslektaşlarıyla ortak operasyonlar düzenleyerek Amerikan ve İtalyan mafya ailelerine ağır darbeler indirdi. Ne var ki, İtalyan tarihindeki kara sayfalardan biri olarak kabul edilen, bu filmde de yer bulan 1992’deki trajik ölümünden sonra mafya ile mücadelede her zaman örnek gösterilen bir efsane olarak kaldı. 2.5 saate yakın filmde Falcone ile Buscetta’nın sorgu sahnelerine yeterince yer verilmemesi, farklı değerleri temsil eden iki adam arasındaki işbirliğine ve anlayışa da yeterince ağırlık verilmemiş olması filme getirilebilecek eleştirilerden biri olabilir. Tabii bu yetersizlik öznel bazda seyirci profilinin filmden beklentileriyle değişkenlik gösterecektir. Bu iki adamın birbirlerini sivriltmeleri ve filmi daha da yükseltmeleri için daha fazla karşılıklı sahnelere ihtiyaç olabilirdi. Öte yandan bu bir Buscetta filmi olduğu için Falcone’nin geri planda kalması da gayet doğal. Buscetta’yı canlandırmak ise İtalyan sinemasının usta aktörlerinden, World War Z, Rush, Angels & Demons gibi dünyada ses getirmiş filmlerde de rol alarak uluslararası çapta üne sahip olan Pierfrancesco Favino’ya düşmüş. Favino’nun, canlandırdığı karakterin farklı ruh hallerine olan hakimiyeti, bu sayede seyirciye güven veren performansı filmi çok iyi taşıyor. Marco Bellocchio ise, İtalyan tarihinde mutlaka anlatılması, unutulmaması gereken bir dönemi ve dönemin aktörlerini tecrübesiyle perdeye çok iyi taşıyor.

 

Osman Danacı

Odanac@gmail.com

Twitter

Önceki makaleJohn Cassavetes
Sonraki makaleLouis Malle
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here