Ana sayfa 2000'ler 2007 Taş Yastık

Taş Yastık

1118
0

 

tas-yastık
Yönetmen Fatih Hacıosmanoğlu’nun hem yazıp yönettiği hem de başrolde oynadığı Taş Yastık, yönetmen için kişisel bir çalışma izlenimi veriyor. Yönetmenin filmini, anne ve babasına adaması da bu kişiselliği işaret eder gibi duruyor. Oysa film, yönetmenin tabiriyle kişisel bir çalışmadan öte; yaşadığımız dünyada olan bitenin mikro boyuta indirgenmiş hali. Filmin, deneysel bir film için bile “fazla” sayılabilecek göndermeler barındırması ve kimi sahnelerde “zorlama” hissiyatı yaratan ve filme işlev kazandırmaktan uzak görünen simgeselliği filmin negatif unsurları olarak göze çarpıyor. Bunun dışında, Taş Yastık; Türk Sineması’nda fazlaca örneği olmayan, zorlarsak belki bu alanda Reha Erdem’in A Ay’ını örnekleyebiliriz, bir anlatım yapısına sahip. Kişisel bir psikanalizle birlikte düşle gerçek iç içe geçerken, göndermeler havada uçuşurken, her dakika filme yabancılaşırken; kimi sekanslarda da film alışılmadık bir şiirsellik ve melankoliyle izleyeni kendine bağlamayı başarıyor.

Chicago’da kitapçılık yapan Lodos, bir gün silah zoruyla eski bir Hamlet kopyasını vermek zorunda kalır. İşte bütün hikayede böyle başlar. Kaybolan Hamlet kopyası, Lodos’un doğup büyüdüğü topraklara yapacağı bir duygusal yolculuğun da habercisi olur. Lodos’un anılarında yaptığı duygusal yolculuk sürerken, yavaş yavaş ailevi sorunlar da kendini göstermeye başlar. İlgiden ve sevgiden yoksun, evde hizmetçi gibi çalışıp duran annenin yalnızlığı, yıllar önce babasıyla yaşadığı sorunları yıllar sonra kendi oğullarıyla da yaşayan babanın her şeye yabancı kalışı, kardeş Poyraz’ın yıllardır beklediği fırsatın birdenbire heba edilmesi gibi filme gerilim katan pek çok unsurun üstüne; bir de Lodos’un kendine ve her şeye yabancı kalışı eklenir. Üstelik çok sevdiği muhabbet kuşu Şehrazat, annenin evdeki tek dostu olan kedisi Hamlet tarafından öldürülür.

Hayalde, ya da hiçbirinde
Peki kaybımdan eksilen ne?
Rüya içinde bir rüyadır.
Hep gördüğümüz, göründüğümüz
(Edgar Allan Poe – Rüya İçinde Rüya)

Filmdeki pek çok gönderme arasında, belki de en önemlisi Hamlet’tir. Hamlet ismi çağrıştırdığı Şekspiryen yorumunun ağırlığından çok, içsel yolculuğun bir tetikleyicisi olarak kullanılır. Homeros’un Odysseus’unda Ithaka neyse, Taş Yastık’da da Hamlet odur. Yolculuk Hamlet’le başlar ve yine Hamlet’le sonlanır. İnsanoğlunun içsel yolculuğunda Shakespeare’ın Hamlet’i kadar Homeros’un ölümsüz eserinin de varlığı yadsınamaz. Filmin anlatım yapısında önemli bir işlevi olan bir referans kaynağı da, çeşitli kereler eserlerinden bölümlerin okunduğu Edgar Allan Poe’dur. Babasıyla da sık sık sorunlar yaşayan Poe’un Rüya İçinde Rüya şiiri kanımca Taş Yastık filmini en iyi özetleyen satırları bizlere sunar. Taş Yastık’ta bir anlamda Lodos’un yaşarken ve uyurken gördüğü rüyaların bir karışımıdır. Her uyanışında, Lodos soluğu Boğaz’ın kıyısında, bir sandalın üzerinde alır. Kafasındaki uğultuların, gördüğü düşlerin, kendi içsel yolculuğunun orta yerinde; dalgaların dövdüğü güvenlikli kıyısında kendini yitirilmiş sevgilerin ve eski güzel günlerin düşünü kurarken bulur. Sürekli yinelenen mısralar, şarabın kırmızısının kanın kırmızısına karışması, düşün gerçeğe dönüşmesi, aynı zamanda gerçeğin de sadece gündüz görülen bir düşten ibaret olduğunu gösterir. Su altında yapılan çekimlerle düşen bir şarap şişesinin izlenimci bir gözle yavaş yavaş dibe vurması, aslında Lodos’un büyümüş halinin iflasının da belgeselci bir gözle ekrana yansıtılışı gibidir. Taş Yastık gerçekle düşün sentezinin yanında, büyümenin engellenemez bir şekilde insanlar üzerindeki baskısının ve anılara kaçışın da bir anlatımıdır. İnsanların yaşamlarını oluşturan anıların, insanların yaptıkları seçimlerin ve şimdiki zamanın eğretilemesidir.

Lodos’un kendini anlamlandırma çabası içinde yaptığı geçmişine doğru yolculuk, aynı zamanda onu çevresinden de uzaklaştırır. Onun bu çabası, Ömer Hayyam’ın evreni anlamak için yetiştiği kültürden kopma çabasıyla da bir anlamda örtüşür. Lodos; ailesinin, arkadaşlarının ve toplumun genel görülerinden uzaklaşarak, kendi varoluşunu kendi anlamlandırmak isteyen bir gezgin gibidir. Kendi varoluşunu ancak kendi tanımlar. Bunu, arkadaşı ve babasıyla olan sohbetlerinde açıkça fark ederiz. Yaptığı davranışlardan dolayı, babasının gözünde onun yeri aslında unutulmuş bir akvaryumun altıdır. Ailesinin yanında kardeşiyle birlikte akvaryumdaki balıkları andıran ağabey ve kardeş, öte yandan da babalarının kendilerine biçmiş oldukları rollerin dışına çıkamamanın verdiği öfkeyi de sürekli içlerine atar. Akvaryumun suyu film boyunca sürekli damla damla akar ve akan sular kupaya dolar. Kupaya dolan sular ise, her sabah yeniden akvaryuma boşaltılır. Oysa filmin sonlarına doğru artık su testisi kırılır ve beklenen son gerçekleşir.

Babasının çalıştığı ciltçi dükkanı filmin simgesel anlatımının doruk noktalarından birini oluşturur. Poyraz her sabah dükkanı açar ve ritüelistik bir biçimde aynı şeyleri yapar. Önce sürekli duran eski ve bir ayağı kırılmış saat yeniden kurulur. Sonra kupaya dolan su tekrar akvaryuma boşaltılır. Daha sonra ise iş başı yapılır. Bu düzende sürekli kurulma ihtiyacı duyulan eski saat kuşkusuz zamana yapılan bir vurgudur. Bir ayağı kırık saat tüm karakterlerin zaman içinde yitirdiklerini ve kaybettiklerini dışa vurur. Sürekli damlayan akvaryumun suyu ise, geçen zamanın insanlar üzerindeki etkilerini açık eder. Suyun dolduğu kupa ise, oğulların baba tarafından biçilen rolüne işarettir. Kirası ödenmediği için bir ay içinde boşaltılması gereken ciltçi dükkanı, aslında bir ailenin çözülüşünü de simgesel olarak resmeder. Avukat dükkana geldiğinde, babaya bir ay içinde kirayı ödemezlerse, dükkanın tarih olacağını bildirir. Oysa tarih olacak şey, bizzat ailenin kendisidir.

Göndermelerin ve simgeselliğin yoğunluğu kimi sekanslarda filme büyük bir artı katarken, bazı yerlerde de zorlama hissi veriyor. Örneğin Lodos’un sürekli tekrarladığı İngilizce dizeler filmde yabancılaştırıcı bir etki bırakıyor. Taxi Driver’ın Travis’i gibi ayna karşısına geçerek yapılan bu tekrarlar, Lodos’un bozulan psikolojisini işaret ettiği gibi, beraberinde bir yabancılaşmayı da vurguluyor. Her ne kadar Lodos’un Roxanne’a bir türlü itiraf edemediği aşkını ifade etse de bu tekrarlar, bir süre sonra garip bir hal almaya başlıyor. Doğup büyüdüğü topraklarda sonradan öğrendiği bir dilde söylenen sözler inandırıcı gelmezken, karakterin içinde bulunduğu yabancılaşmaya da dikkat çekiyor. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, bunun abartılması filme zarar veriyor. Bunun yanında, bazı sekanslardaki simgeselliğin ve Lodos’un yapmış olduğu “anlamsız” eylemlerin aktarılış tarzı ve fazla tiyatral oluşu da filmin sonlarına doğru iyice göze batmaya başlıyor. Önemli şairlerden yapılan alıntılar filmi bir mesaj bombardımanına çevirirken, aradan bizler de verilmek istenen mesajı cımbızla ayıklamak zorunda kalıyoruz. Oysa bu ağdalı dil biraz daha sade tutulup, sadece amaca yönelik diyaloglar ve alıntılar tercih edilebilirmiş. Yönetmenin Taş Yastık yoluyla kendi anılarına da yaptığı yolculukta anlatmak ve göstermek istediği imgelerin yoğun oluşu, kuşkusuz bu fazlalıkların filmde yer almasına da yol açmış. Sonuçta, iyi ve kötü yanlarıyla değerlendirecek olursak Taş Yastık “iyi” bir deneysel çalışma. Dar bir bütçeyle, entelektüel bir birikimle ve anlamlı bir vizyonla kameraya alınmış ilginç bir yapım. Ama asla da bir A Ay kadar çarpıcı ve bütünlüklü değil. Yine de farklı bir film izlemek isteyenlere rahatlıkla tavsiye edebilirim. Kült olmanın kıyısından dönmüş, bu farklı ve güzel çalışmaya bir şans vermek gerekir.

Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com

Yönetmenle yapılmış söyleşi

Barış Saydam (BS): Öncelikle sizin için çok kişisel olan bu çalışmanın ortaya çıkış hikayesi nedir? Projeye nasıl başladınız ve böyle bir film çekme projesini tetikleyen etken neydi?


Fatih Hacıosmanoğlu (FH): Kişisel bir çalışma gibi görünüyor olsa da aslında yaşadığımız dünyada olan bitenin mikro boyuta indirgenmiş hali. Sanırım senaristi ben olduğum ve ana karakterlerden birini ben oynadığım için bu şekilde algılanıyor.

Proje Chicago’daki üniversite yıllarımda kafamda şekillenmeye başladı. Tiyatro eğitimi ile başladım ve daha sonra sinema eğitimi ile birleşince yavaş yavaş ivme kazandı. Son yıllarda ressam arkadaşlarımla geçirdiğim günler, ayrıca doğup büyüdüğüm yer olan Üsküdar’ın İmrahor ve Salacak semtleri ve çocukluk arkadaşlarım ve benim için onlar kadar canlı olan Boğaz’ın kendisi projeyi harekete geçiren ana etkenlerdi sanırım.

BS:Taş Yastık’ı bir anlamda sizin anılarınıza yaptığınız psikanalitik bir yolculuk hikayesi olarak da tanımlayabilir miyiz?

F.H. : Evet, kısmen öyle olduğu söylenebilir, ama aslında kolektif bilincin anılarına psikanalitik bir yolculuk demek sanırım daha doğru olur.

BS : Filmde simgesel bir dille birlikte pek çok da gönderme var. Bunlardan en önemlisi Hamlet olsa gerek. Ama Hamlet filmde, Şekspiryen yorumunun haricinde Homeros’un Odessa’sındaki Ithaka’ya benzer bir metafor olarak sunuluyor gibi. Hem yolculuğa başlamanın bir tetikleyicisi hem de yolculuğun sonundaki varlığıyla, yolculuğun bitiş noktası…

F.H. : Evet bir paralellik var, her ne kadar bilinçli olmasa da. Eğer derinlere dalmaya kalkarsanız bir yerlerde Homeros ile hemşeri olduğunuzu size hatırlatan bir çok güzellikle yeniden tanışma fırsatı buluyorsunuz. Sevgili Shakespeare’in Hamlet’i de içinde anlam çıkarmaya çalıştığımız insanlık serüveninde bize ışık tutan ender karakterlerden olduğu için, her ne kadar ondan arınmaya çalışıp özgün bir anlatı tasarlamış olsam da, o yine geldi ve öykümde kendi yerini aldı.

BS : Filmin anlatım yapısını oluşturan bir diğer önemli referans kaynağı da Edgar Allen Poe. Özellikle Poe’un “Rüya İçinde Rüya” şiiri kanımca Taş Yastık’ı en iyi özetleyen dizeleri de içinde barındırıyor. (Hayalde, ya da hiçbirinde / Peki kaybımdan eksilen ne? / Rüya içinde bir rüyadır. / Hep gördüğümüz, göründüğümüz.) Poe’nun filmin anlatım yapısındaki ağırlığı için ne diyebilirsiniz?

F.H. : Poe’nun rolü oldukça büyük. Özellikle “Eldorado” şiiri bana kılavuzluk etti diyebilirim. Ayrıca rüya içinde rüya da da birbirimize çok benziyoruz.

BS : Taş Yastık gerçekle düşün sentezinin yanında, büyümenin engellenemez bir şekilde insanlar üzerindeki baskısının ve anılara kaçışın da bir anlatımı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

F.H. : Her insan, tıpkı bir ağaç gibi köklerinden beslenir, yani anılarından. Ama bizim bir türlü anlamak istemediğimiz şey hayatın hep şimdide tezahür ettiğidir. Biz kararlarımızı alırken ya geçmiş yada gelecek belirler atacağımız adımı.

Evet anılarımız vardır ve bazıları bizi mutlu eder. Ama hayatı belirleyen, hayat denen mucizeye inanmak olmalıdır. Arkadaşınızla bir bardak çay içerken ne geçmiş ne de gelecek sizi rahatsız edememelidir. İyiyi ve doğru olanı seçmeliyiz ve bunu şimdi yapmalıyız, film özünde bunu anlatmaya çalışıyor, yüzeyde hırçın bir dili olmuş olsa da.

BS : Lodos’un yolculuğu sırasında ailesinin günden güne çözülüşüne rağmen, kendisini farklı bir düzlemde var ettiğini görüyoruz. Onun var oluşunu tanımlama şekli de, tıpkı Ömer Hayyam’ın ki gibi… Lodos; ailesinin, arkadaşlarının ve toplumun genel görülerinden uzaklaşarak, kendi varoluşunu kendi anlamlandırmak isteyen bir gezgini andırıyor.

F.H. : Hatırlarsanız köpekbalığı da filmin bir parçasıdır. Köpekbalıkları suyun altında hayatta kalabilmek için hep yüzmek zorundadırlar, yani hep gezmek zorundadırlar. İnsanoğlu bazılarını büyük akvaryumlara koyup diğer insanlara teşhir ederler. Ama bazı köpekbalıkları bunu reddeder. Büyük beyazlar akvaryumda yemeden içmeden keser kendini. Açık denizde özgürce yüzebilmek ister.

BS : Bana kalırsa filmdeki simgesel dilin en güzel yansıtıldığı sahne babanın ciltçi dükkanı… Burada Poyraz’ın neredeyse ritüelistik bir şekilde her gün aynı şeyleri tekrarlaması bir bakıma filmin kendi anlam dünyası için de çok önemli. Bir ayağı kırık saat tüm karakterlerin zaman içinde yitirdiklerini ve kaybettiklerini dışa vuruyor. Sürekli damlayan akvaryumun suyu ise, geçen zamanın insanlar üzerindeki etkilerini açık ediyor. Suyun dolduğu kupa ise, oğulların baba tarafından biçilen rolüne işaret gibi. Ciltçi dükkanındaki simgeler için ne diyeceksiniz?

F.H. : Zaman diye bir şey yoktur. İnsan bu illüzyonu oluşturup bir makinenin içinde varmış gibi gösterir. Ve saate de iki, üç ya da dört tane ayak takar sanki sağlam bir zemin üzerinde duruyormuş gibi.Bu zeminin üzerine de insanları, serbest piyasa ekonomisi, rekabet, vs. vs…gibi şeylerle hapseder, bu rüyadan uyanıp bir üst rüyaya geçmesin diye de televizyon denen kutu ile kontrol etmeye çalışır. Ve ta ki birisi gelip bu ilüzyondan uyandırıncaya dek, hayat damlaya damlaya….

BS : Filmde sürekli Lodos’un Taxi Driver’daki Travis karakteri gibi ayna karşısına geçerek aynı sözcükleri ısrarla tekrar etmesi, izleyicileri filme yabancılaştırıcı bir etki yapıyor. Bu sahnelerde karakterin yabancılaşması vurgulanırken, bu sözcüklerin bu kadar sık vurgulanmasının altında yatan neden nedir?

F.H. : Lodos Roxanne’a aşkını ilan etmek ister. Kafe’de karşılaştıklarında, Roxanne biraz ekmek ister ve Lodos da ekmek getirir Roxanne’a. Ve filmin sonuna dek “Sana Ekmeği verdiğimde sende benim hissettiklerimi hissettin mi” cümlesini Roxanne’a söyleyebilmek için, yani aşkını ilan edebilmek için tekrarlar, prova yapar… Eğer dünyanın yükünden kurtulabilirse, yani eğer şimdide kalmayı başarabilirse ona aşkını bu sözlerle ilan edecektir.

BS : Son olarak Taş Yastık’ın İstanbul’da bile dağıtımı çok sınırlı. Film şu an sadece Alkazar sinemasında gösteriliyor. Filmin daha çok seyirciye ulaşması açısından, filmin DVD’si yakın bir zamanda çıkacak mı?

F.H. : Umarım çıkar. Henüz bu konuda bir girişimimiz olmadı, ama yakında olacak ve kamera arkası görüntüleri de eklemeye çalışacağız, eğer mümkün olursa.

BS : Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler.

F.H. : Ben çok teşekkür ederim duyarlı sorularınız ve bana bu fırsatı verdiğiniz için.

Önceki makaleShadows in Paradise
Sonraki makaleUnder the Bombs
1983, İstanbul doğumlu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü'nde yaptı. Altyazı dergisinde sinema eleştirileri yazmaya başladı. 2008’de Avrupa Sineması isimli web sitesini kurdu. 2011-2014 yılları arasında Hayal Perdesi dergisinde web sitesi editörlüğü yaptı ve derginin yayın kurulunda görev aldı. TÜRVAK bünyesinde çıkartılan Cine Belge isimli derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 2012’den beri Sinematek Derneği’nde Film Analizi dersi veriyor. 2013-2019 yılları arasında Türk Sineması Araştırmaları (TSA) projesinde koordinatör yardımcılığı ve içerik editörü olarak görev yaptı. 2018-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi'nde ders verdi. 2018-2021 yılları arasında Sinema Yazarları Derneği'nin (SİYAD) genel sekreterliğini üstlendi. Ayrıca Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam(2011), Sinemada Tarih Yazımı (2015), Erol Ağakay: Yeşilçam’a Adanmış Bir Hayat (2015), Oyuncu, Yönetmen, Senarist, Yapımcı Yılmaz Güney (2015)- Burçak Evren'le ortak-, Karanlıkta Işığı Yakalamak: Ahmet Uluçay Derlemesi (2016), Aytekin Çakmakçı: Güneşe Lamba Yakan Adam (2019), Osmanlı’da Sinematografın Yolculuğu (1895-1923) [2020], Derviş Zaim Sinemasına Tersten Bakmak (2021) – Tuba Deniz’le ortak-, Orta Doğu Sinemaları (2021) – Mehmet Öztürk’le ortak-, Türkiye’de Sanat Sineması (2022) isimli kitapları da bulunuyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here