Ana sayfa 2010'lar 2011 The Skin I Live In

The Skin I Live In

1369
0


Fransız yazar Thierry Jonquet’nin Tarantula adlı romanından Pedro Almodóvar’ın senaryosunu yazdığı La piel que habito (The Skin I Live In), karısını bir trafik kazasında kaybetmiş ünlü bir plastik cerrah olan Robert’in (Antonio Banderas) saplantı haline gelen “Gal” adını verdiği yapay deri projesinin ve gen nakli çalışmalarının sebep olduğu trajik sonuçları konu alıyor. Film hakkında spoiler vermeden bir eleştiri yazısı yazmanın zorluğu bir tarafa, hakkında sadece “mutlaka gidin görün” dense bile yeterli olabilir. Zira hem konu olarak, hem de o konunun perdeye aktarımı olarak sıra dışı ve başarılı bulduğumuz bazı filmleri insanlara tavsiye ederken sürprizleri bozmaktan kaçınmanın ardında, onların da aynı dumura uğramalarını istemek gibi değerli bir hedef mevcuttur.

Pedro Almodóvar sineması özellikle baş kadın karakterleri sayesinde kadın ruhunun türlü hallerine getirdiği yorumlarla tanınması yanında, kimi zaman cinsiyet olgusunu paradoksal boyutlarıyla masaya yatırmasıyla ve bunun sosyal hayata yansıma şekilleriyle de sivrilen bir sinema. Erkeklerin çoğu kez sorunlu, arızalı ya da düz oluşları, işini daha da kolaylaştırmakta. Almodóvar sinemasının bir başka özelliği de ana temanın etrafında dolanıp duran, sonra bir şekilde birbirine karışıp o temayla birleşen ya da kendi yolunu çizmeye çalışan yan hikâyelerin mevcudiyeti. Bunlar kimi zaman sadece çeşni olsun diye, kimi zaman da akışa doğrudan ya da dolaylı çarpıcı etkilerde bulunsun diye eklenmiş izlenimi yaratan hikâyeler. Geçmişle kapanmamış hesaplar, kadın olmanın her sınıftan kadına yansımış ağırlığı, erkek ruhunun bencil dürtülerden muzdarip tutkudan gözü kör olmuş hastalıklı hali, eş/dost/aile ilişkilerinin naif tanıdıklığı bu eklentilerin ve ana temaların özünü oluşturuyor. İşte La piel que Habito bunların hepsini kanatları altına almış en çarpıcı Almodóvar yapımlarından birisi ve bence Hable con Ella’dan sonraki en iyi filmi.

La piel que Habito bir uyarlama kaynaklı olmasına rağmen sanki Almodóvar için yazılmış gibi duran ya da Almodóvar’ın kritik dokunuşlarıyla dönüşüme uğramış bir senaryo duruşuna sahip. Ama her durumda da iyi bir film. La piel que Habito, insanoğlunun bilim adamı kimliğiyle ete, meyveye, sebzeye, yüzlere, bedenlere, genlere müdahale etmesini, bunu yaparken kişisel çıkarları ve hırslarıyla etik değerleri çiğnemesini, ayrıca son derece tuhaf biçimde iç içe geçmiş aşk ve intikam olgularının marazi biçimde şekil değiştirmesini ele alıyor. Cinsel özeli sebebiyle Almodóvar’ın her iki cinsi de belli ölçülerde anlayıp yorumlayabildiğine dair görüşler hep vardı. La piel que Habito bu görüşleri tazeleyen detaylarla dolu bir film. Almodóvar’ın erkek ve kadın ruhunu, bedenini, ihtiyaçlarını anladığını göstermeyi denediğini, hatta anlamanın ötesine geçip bu iki cinsin imkânlar dahilinde yer değiştirmesini ya da tek bir bedende toplanmasını mümkün kılan deneyselliklerle kendine oyun alanları yaratmaya çalıştığını görmek pek de zor değil.

Almodóvar eski melodramların gölgesinde Hitchcock, Polanski ve başka Avrupalı sinema ustalarının görkemli kariyerlerinden ufak tefek izler taşıyan gerilim yüklü anlatımlarından derlenmiş, kolaj olduğunu hissettirmeyen bir kolaj (ki filmin doktoru Robert Ledgard’ın da üzerinde çalıştığı kısmen buna benzetilebilir) hissi veren sinema duygusu, filmine genel olarak yansımakta. Temeli oluşturan romantizmin gerilime, oradan da büyük sürprize ve finale uzanan rotası hayranlık veren bir kurguyla ilerliyor. Hele biraz anlar gibi olduğumuz o büyük sürprizi geçmiş ve geleceğe ait iki sahneyi üst üste bindirerek yavaş yavaş, sindire sindire açık ettiği müthiş sahne görülmeye değer. Ama tüm Almodóvar karakteristiklerine rağmen La piel que Habito, tıpkı Woody Allen’ın Match Point’i veya Ki-duk Kim’in Time’ı gibi ait oldukları yönetmenlerin kanıksanmış tarzları dışında gerilim genleri de taşıyabildiklerini ortaya koyan virajlardan biri olmuş sanki. En son 1990’daki Átame!’de beraber çalıştığı Antonio Banderas ile tekrar bir araya gelen Almodóvar, hem Banderas’ın, hem de Elena Anaya’nın çekici fiziklerinin içinden oyunculuk yeteneklerini de yeniden çekip çıkarmış adeta.

La piel que Habito geçmişte tohumları ekilmiş aşk ve intikam özelinde, bilimsel kobaylık çılgınlığını kendi ulvî amaçlarına uydurmak suretiyle sınırlarını zorlayan bir modern zaman Frankenstein’ının saplantılı aşkına olağanüstü bir övgü. Aynı zamanda bu saplantılı aşkın çok uzağında olduğu halde ağlarını zalimce ve zekice ören kaderin oyunuyla bu çılgınlığın arzu nesnesi olan bir başka bedenin fantastiğe varan tüyler ürpertici ağır dramı. Böylece o olağanüstü övgüyü tersyüz eden, hudutsuz bir hoşgörü ve affetmenin kanatları altında hayatını sürdüren o aşka lânet okutan başka bir yaşam formuna uzanış. Sonra da yeni bir hayata, yeni bir filme kapı açan bitmemiş, zor, sert, fantastik bir duygular yığını.

Osman Danacı
odanac@gmail.com

Önceki makaleDay Night Day Night
Sonraki makaleYapı Kredi Kültür Sanat’ın Bu Ayki Konuğu Pelin Esmer
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here