Ana sayfa Roportajlar Xavier Dolan Röportajı

Xavier Dolan Röportajı

2902
0

xavier-dolan.jpg

Xavier Dolan, beğeniyle karşılanan I Killed My Mother ve Heartbeats ile yükselen yeni yetenek olarak yerini sağlamlaştırdı. Yeni filmi Laurence Anyways, iki yetişkin idealistin aralarındaki imkânsız aşkın hikâyesini konu alıyor. İki yıllık ilişkilerinden sonra, Laurence (büyüleyici Melvil Poupaud) kız arkadaşı Fran’e (gösterişli enerjisiyle Suzanne Clément) kadın olmak istediğini söyler. Fran, yaşadığı ani şoka rağmen bu yepyeni hayat yolculuğuna Laurence’la birlikte çıkmaya karar verir.
Slant Magazine dergisinde yönetmenle yapılan söyleşiyi yayınlıyoruz.

Üçüncü filmin Laurence Anyways oyuncu olarak yer almadığın ilk filmin.

Filmde benim için rol yoktu. Gerçi kamera arkasında, aktörleri yönlendirirken, sahne aralarında konuşarak bu filmde de rol aldığımı hissettim. Sanki tamamen onlarla beraber oynuyormuşum gibiydi. Seve seve Laurence olurdum ama bu kez de Suzanne’a rol verme seçeneği ortadan kalkardı zira aramızdaki yaş farkı biraz abartı hatta aşırı kaçabilirdi. Bu benim yönetmenliğe odaklanmam için bir fırsat oldu.

Ama oyunculukla işin bitmedi?

Hayır! Sonraki filmimde rol alacağım. Oyunculuk yapmanın benim için ne kadar önemli olduğundan röportajlarımda sürekli bahsediyorum. Cannes’da bu kadar uzun süredir bulunmamın sebebi diğer yönetmenlerle tanışıp başka biri için oyunculuk yapmayı ne kadar istediğimi söylemek. Eğer yapmaya devam edersem gerçekten iyi bir aktör olabileceğime inanıyorum.

Bir film fikri aklında ne kadar çabuk gelişiyor?

İşin aslı, bu film için yaklaşık 35 saniye sürdü. Laurence karakterine ilham veren insan kendi hikâyesini anlatmaya başladığında, ben de onu işlemeye ve kafamda senaryoyu yazmaya başlamıştım. Eve gittiğimde 30 sayfa kadar yazdım; hikâyenin başı ve sonu hariç hemen hemen her şeyi. Başladığım anda, en azından bir yılımı bunu yazarak geçireceğimi fark etmiştim.

Laurence Anyways 80’ler ve 90’larda geçiyor. Bu dönemde seni çeken bir şeyler var mı?

1989’da doğdum ve 90’larda büyüdüm ama bu yıllara özel bir ilgim yok, sadece film için ilgi çekici dönemlerdi. İnsanlara omuzlarında koca vatkalar olan korkunç kıyafetler giydirmek en büyük hayalim değil. Hikâye için iyi bir politik ve sosyal bağlam gibi göründü. O dönemlerde bir değişim yaşanıyordu, Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi olayların neticesinde insanlar hâlâ sosyal kalkınma yanılgısı içindeydiler. Ayrıca, AIDS homoseksüellere karşı olan önyargıları arttırmıştı. Laurence için, içerik açısından, kendini ait hissedebileceği bir zamandı. Fakat ben kesinlikle 90’lara takıntılı değilim, bu sadece benim çocukluğumun ve anılarımın geçtiği dönem.

Fimde bazı çok ilginç müzik seçimleri yapmışsın; Duran Duran’le Brahms’ı, Depeche Mode’la Celine Dion’u karıştırmak gibi.

Genel olarak büyük bir müzik hayranıyım, özellikle de iyi müziğin. Bunu, hayatımın belirli bir döneminde beni mutlu etmiş müzik ve keşifleri Laurence karakterine de vermek benim için keyif vericiydi. Bazı insanlar filmlerimde çok fazla müzik olduğunu söylüyorlar. Ben de sonuçta çok fazla olduğunu düşünebilirim. Ama benim için sinema bu zaten. İnsanların minimalist oyunculuğa takıntılı olduğu bir on yıla girdik. Ancak bu sürerken her filmde Broken Flowers’taki Bill Murray gibi oynayamazsınız çünkü işin tadı bir noktadan sonra kaçar. Benim karakterlerim abartılı, fazla gösterişli gibi geliyorsa… bu benim umurumda bile olmaz. Ben film yaptığım için heyecanlıyım! Müzik için de aynı. Bir şarkı dinliyorum ve hemen düşünmeye başlıyorum. “Bu proje için mükemmel.” Belirli bir şarkının üzerine sahneler yazıyorum. Müzik uzun bir zaman için sinemanın tek sesiydi; sinemayla organik bir bağı var. Bu yüzden kendimi dizginlemek, filme ne kadar müzik koyacağımı düşünmek için hiçbir sebep göremiyorum. Kendime bunu sormak istemiyorum. İnsanlar filmde fazla müzik olduğunu düşünebilirler ama benim için durum böyle değil. Bana göre, müzik filmin ruhudur.

Peki bu, perdedeki duygulara nasıl aktarılıyor?

Romantizm ve umutsuzluğu sevdiğim kadar güç ve hırsı da seviyorum. Bunların hepsi filmlerimde var. Örneğin, (açılış sekansında kullanılan) Visage’dan “Fade to Gray” o kadar görkemli ve seksüel ki bir kişinin giriş yapması için mükemmel. Kullandığım sahne tamamen fantezi, gerçek değil; Laurence gerçekte bir rüzgârla giriş yapmıyor. Bu, onun hayal ürünü. Bu müzikal tema da Laurence’la özdeşleşiyor.


Bir röportajında okuduğumu hatırlıyorum, I Killed My Mother için ilham kaynağın olarak Thomas Mann’ın Death in Venice’ini ve Alfred Hitchcock’u saymıştın. Laurence Anyways için en çok etkilendiklerin nelerdi?

Çoğunlukla resimler, fotoğraf albümleri. The Silence of the Lambs sevdiğim yakın çekimlere ilham verdi: çok küçük alan derinliği, gözetlenme hissi, kameraya direkt bakışlar. Gerçi buna ilham diyemem, bu tüm yaptıklarınıza renk veren bir şey. Bu filmde, toplumun insanlara nasıl baktığını anlatıyorum, dolayısıyla karakterlerin doğrudan objektifin içine, seyircinin gözlerine bakmaları cazip geldi. Ayrıca film bir dizi görüntüyle açılıyor: Laurence’ın caddede yürümesi, siste kaybolması ve burnundan içine çekmesi, on yıl öncesi.

Sanırım henüz bahsetmediğin bir tane daha önemli referans var…
Bak, ben çok romantiğim. Titanic gibi bir şey yapmak istedim. Al işte!
Kate şu an kıskanıyor olmalı.
Eğer öyleyse tek yapması gereken beni aramak (gülüyor). Titanic izlediğim en tutkulu aşk hikâyelerinden biriydi. Çocukken izlediğinizde size ilham verir. Ekibinin, bütçesinin, ekipmanının mutlak kontrolüne sahip olan biri size, “Hayal etmeye devam et, her şey mümkündür,” der. O film bana kanatlar vermişti. Sinemanın epik bir yolculuk olduğunu söylemişti. Sinemanın yaşamı temsil etmesi gerektiğini söylerler. Ama yaşam yaşamak için, sinema ise kaçmak için var; bazen kaçışın haddinden fazla olmasına müsaade ediliyor. Tamamen farklı türde bir film ve bütçe söz konusu olmasına rağmen Titanic Laurence’ın tutkulu yolculuğunda bana rehberlik etti.
Ama süresi aynı!
Hiç doğru değil! Titanic tam olarak 3 saat 18 dakika.
Titanic de bir dönem filmi Laurence Anyways de. Bu senin için bir yenilik.
Bu bir gerçek ve aynı zamanda oyuncularım için bir hakaret. “Xavier için dönem filmi 90’larda geçen bir şey, toyluk işte!” diye düşünüyor olmalılar. Dönemi oluşturmaktan keyif aldık ama görünüşe göre 90’ları yapmak bayağı pahalı zira bu herkesin unutmaya çalıştığı bir on yıl. Kıyafetler, arabalar, her şey çirkindi. Peki bunları nereden bulacaktık? Henüz klasikleşmiş de değil. Çok fazla araştırma yapmak gerekti. Figüranlar, arabalar, mekânlar dönem filmi yaparken zorlayıcı. İnsanları doğru giydirmeli, doğru plakaları bulmalı, gereklilikleri karşılayan mimariye sahip yerleri bulmalısınız.
Titanic de senin eserlerinde olduğu gibi, imkânsız aşkı anlatan bir film.
Evet. Tüm filmlerim imkânsız aşkla ilgiliydi, diğer filmim de öyle olacak. I Killed My Mother anne ve oğlu arasındaki bu hisle ilgiliydi, Heartbeatsimkânsız bir aşk üçgeninin hikâyesiydi, Laurence Anyways’de de iki idealistin yetişkinlik dönemlerindeki imkânsız ilişkileri var. Sonraki filmimde, ikinci dünya savaşı ile soğuk savaş arasındaki dönemde doğmuş bir insanla sinema arasındaki imkânsız aşkı anlatmayı düşünüyorum.
Sıklıkla “mucize çocuk” olarak anılıyorsun. Bu seni rahatsız ediyor mu ya da bunu kabul ediyor musun?
Herkes istediği terimi kullanmakta özgür. 40 yaşında ve “bir zamanların mucize çocuğu” olmadığınız sürece bu terim aşağılayıcı değil. Oyunculuk da yapmak istiyorum. Bu yüzden ne kadar daha film yapmaya devam ederim bilmiyorum… şey, tamam, muhtemelen hayatım boyunca.
Söyleşi: Anna Tatarska
Çeviri: Bahar Memiş
 
Önceki makaleThe Spirit of 45′
Sonraki makaleBerlin Film Festivali’nde Ödüller Verildi
Sinemaya gönül veren bir grup sinefilin kurduğu Avrupa Sineması internet sitesi, Avrupa sinemasını daha geniş kitlelere tanıtmak ve bu filmlerle ilgili ufak da olsa bir tartışma ortamı yaratmak amacıyla kuruldu. Sitenin kuruluş amaçlarından biri de; tür sinemasını da yadsımadan, sinemanın sadece bir eğlence aracı olmadığının vurgusunu yapmak. Metin Erksan’dan bir alıntı yapacak olursak; bilimlerin ve sanatların varoluşlarının sınırları, geçmişin derinlikleri içindedir… Sinema bilim; sinema sanatı ve sinema bilimi kapsamında; sanatsal düşüncenin ve uygulamanın, sinemasal düşüncenin ve uygulamanın, yaratısal düşüncenin ve uygulamanın, görüntüsel düşüncenin ve uygulamanın, çekimsel düşüncenin ve uygulamanın, oluşumunu, gelişimini, dönüşümünü saptar ve oluşturur. Bu nedenle bizler de günümüzde çekilen filmler dışında, geçmişin derinliklerine doğru bir yolculuk yaparak; bu sanatı etkileyen filmleri ve yönetmenleri de tanıtmaya, eleştirmeye ve onların sinemayı nasıl algıladıklarını kavramaya gayret ediyoruz. Bir yandan da sinemanın diğer sanatlarla olan ilişkisini, filmler bağlamında tartışarak; sinemanın diğer sanatlardan ayrı düşünülemeyeceğini savunuyoruz. Bu amaçlarla, birbirinden farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda çekilmiş ve birbirinden farklı türlerde pek çok film eleştirisine yer vermeye çalışıyoruz. Sinemayı bir kültür olarak gören herkesin katılımına da açığız. Arzu edenler mail adresinden bizlere ulaşabilir, yazılarını paylaşabilir ve filmlerle ilgili görüşlerini iletebilir.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here