Frankfurter Allgemeine Zeitung, Berliner Zeitung gibi gazetelerde, Filmdienst ve Cahiers de Cinema (İspanya) dergilerine katkıda bulunan, Yimou Zhang ve Wong Kar Wai sinemasıyla ilgili kitap yazan ve Cannes Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümünde Almanca filmler konusunda danışmanlık yapan Alman sinema eleştirmeni Rudiger Suchsland’la sinema eleştirmenliği, eleştirinin genel özellikleri ve günümüz sineması üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sinema eleştirmenliğinin konumunu geçmişle kıyaslarsak, günümüzde nerede görüyorsunuz?
Bu hayli zor bir soru çünkü çok genel bir kapsamı var ve birkaç farklı olguyu dikkate almak gerek. Bana göre sinema eleştirmenliği daha büyük bir eleştirmenlik dünyasının parçasıdır. Bundan kastım, sinema eleştirmenliğini sanat, edebiyat eleştirmenliğinden veya felsefi hatta belki de siyasi ve kültürel eleştiriden ayrı tutamıyor olmam. Sinema eleştirmenliği dendiğinde benim anladığım, genel olarak kültürel eleştirinin bir parçası olduğu yönünde. Tarihten iki örnek vermek istiyorum: Birincisi, dünyanın en ünlü eleştirmenlerinden biri olan ve Caligari’den Hitler’e kitabını yazan Siegfried Kracauer. Onun sinema eleştirmenliği görüşüne göre, toplum veya güncel kültür eleştirisi yapmayan biri iyi bir sinema eleştirmeni de olamazdı. Diğer örnek ise felsefi aydınlanma geleneğidir. Entelektüelin görevi toplumdan uzak kalmak, ana akıma kapılmamak, cevaplar vermekten ziyade sorular yöneltmek, avangart bir ruhla sorgulamaktır. Felsefi anlamdaki eleştirmenlik en iyisidir. Kapalı gibi duran bir genel görünümü küçük parçalara ayırarak analizlerde bulunur ve bulmacanın parçalarını belki de yeni bir düzende bir araya getirir. Bence herhangi bir eleştirmen gibi sinema eleştirmeni de entelektüel olmalı ve içinde yaşadığı çağı yorumlamalıdır.
Entelektüel, entelektüellik, analizde bulunma, sinema eleştirmenliği gibi kavramlar şu anda geçmişte olduğundan çok daha fazla saldırı altındalar. 20. yüzyılın ilk yarısı entelektüeller için kahramanlık yıllarıydı. O dönemden öncesi ise şimdikine çok benzer bir durumdaydı fakat entelektüelin aynı bir sanatçı gibi görev üstlendiği ilerleme, devrim kültürü ve siyasi toplum devrimi görüşü bir süreliğine de olsa hâkimdi. Topluma liderlik eden; geleceği, ütopyayı düşünüp ütopik örnekler veren, daha iyi bir hayata dair fikirler öne süren kişiydi entelektüel. Bugün birçok insan tarihin sonuna geldiğimizi, ebedi bir alışveriş merkezinde yaşadığımızı ve bu yüzden de entelektüelin sessiz kalıp pazarlamacı olarak çalışması gerektiğini düşünüyor. Satışa yardımcı olmak zorunda. İnsanların satın alma ve tüketme zevkleri ile satın alma ve satma zevkini kaçırmamalı. Entelektüel kişi eğer buna riayet edip pazarın bir kölesi olursa “iyi bir entelektüel” olarak görülecek ve para kazanacaktır. Bence bunun temelinde sağ-sol sorunu yatıyor ama daha çok da kamusal alanla ilgili bir sorun bu. Kamusal alan üzerine kapsamlı analizler yapmış Richard Sennett’i düşünürsek, 18. ve 19. yüzyıllarda yaratılmış bu alanın bile özelleştirilip pazarlandığı ve kanunlarla koruma altına alınmadığı için günümüzde çökmekte olduğunu görebiliriz.
Günümüzde (hepsi iç içe geçmiş) eleştirmenlik, özgür medya, kamusal alan, özgür konuşma hakkı ve daha ziyade bir tüketiciye dönüşmüş bireyde gördüğümüz üzere insan yaşamı saldırı altındadır, dolayısıyla sinema eleştirmenliği de aynı saldırıya maruz kalmaktadır. Kendini demokratik sürecin veya medeniyet ve aktif bir kamusal alan yaratma sürecinin bir parçası olarak görmeyip bir pazarlamacı gibi konumlanmış medyada büyük bir popülizm göze çarpmakta. Gazete artık satmak zorunda olduğunuz bir ürün. Satmak için ne yapmalıyız? Okurun, okumak istediğini farz ettiğimiz şeyleri yazmalıyız. Dolayısıyla ideal bir okuru ve onun zevkini kafamızda kuruyor ve bu zevke uygun düşen metinler kaleme alıyoruz. Eleştirmenin, okurdan daha tecrübeli olduğu eski anlayıştan tamamen farklı bir yaklaşım bu. Bir eleştirmen kendi deneyimlerini okurla paylaşmalı, bu deneyimler üzerinden okuru eğitmeli ve aydınlatmalıdır. Kötü zevkinden dolayı okuru da eleştirmelidir. Zevk, deneyim gibi unsurları sonradan da öğrenebilirsiniz. Sinema eleştirmenliği deneyim kazandığınız, birlikte oynadığınız dostane bir okul veya belki de bir anaokuludur. Elbette, sinema eleştirmeni oynayan kişi değil, öğretendir. Kendini bir öğretmen gibi görmek tehlikeli ama başka bir yol görmüyorum zira öğretmiyorsanız, satmaktan başka bir şey yapmıyorsunuzdur. Sinema eleştirmenliğinin bir yanında eğitim süreci bulunurken, diğer yanında ise sinema eleştirmenliğini sanat sisteminin bir parçası olarak gören daha narsist bir yaklaşım vardır. İyi sinema eleştirmenliği demek iyi metinler, iyi düşünceler, bazen de garip metinler ve garip düşünceler demektir. Eğlenirken bile bayat espriler yapmamak demektir. Anlayabilecek azınlık için ilham verici, entelektüel espriler yapmaktır. Tuhaf alıntılar yapmak, belki de yalnızca sizin ve üç arkadaşınızın bilebileceği şeyleri bilmek, olaylara derinden bakabilmek demektir. Belli bir tür sanattır ve elitisttir. Bunun, özellikle de İnternet üzerinde belli bir anlamı hâlâ var. İnsanlar sinema eleştirmeni olabilirler ama belli görevleri yerine getirmeleri gerekmektedir. İyi okurlar da eleştirmen olabilirler. Yeni medya sayesinde, sinema eleştirmenliğinin estetik yönüyle ilgili ufak da olsa bir umut var. Fakat işin eğitim kısmında, biz sinema eleştirmenleri bir çeşit savunmaya geçmiş durumdayız ama bu, oyunu kazanmak istemediğimiz anlamına gelmiyor. Bazen savunmaya geçersiniz, bazen de rakibiniz golü atar.
Bu noktada, yazıların niteliği hakkında ne söylemek istersiniz? İnternet serbest bir medya ama genellikle filmlerle ilgili yazılarda herhangi bir nitelikten bahsetmek zor. Özgür bir ortam diye her şey sadece daha iyiye gitmiyor aslında.
İnternetin niteliği de okurların, gazetelerin, radyonun vs. niteliği kadar. Çok kötü gazeteler olduğu gibi, iyi gazeteler de mevcut. İnternet üzerinde çok iyi metinler varken, kötüleri de mevcut. İnternetin avantajı aynı zamanda onun dezavantajı. Gazete yazarları bazen daha çok alana ihtiyaç duyarlar. Ayrıca bazen editörler de filmi izlemedikleri ya da sinemadan anlamadıkları için neyi düzenlediklerini bilmiyor olabiliyorlar. Kısıtlı bir alana sahip olmak size disiplin sağladığı için çok iyi bir özellik olabilir ama bazı düşünceleriniz için daha fazla alana ihtiyaç duyarsınız ve çok kötü bir özelliğe dönüşebilir. Kararınızı, görüşünüzü gerekçeleriyle açıklamak istediğinizde size daha fazla alan gerekecektir. Bazen fazlaca açıklamak da ilgi çekicidir. Daha fazla alana sahip olmanız internetin iyi yanıdır. Kötü yanı ise bu alana sahip olmanızdır. Bazen disiplin eksikliği çektiğim oluyor. Kendi incelememi internette tekrar okuduğumda gereğinden uzun ve çok süslemeli buluyorum. İnternetin özet yapısı son derece kaotik. Tek bir tane değil, on farklı düşünce yapınız var. Çok karışık olduğu için insanlar okumayacaktır. İlk ve belki son paragrafı okuyacak ve dilerim umduklarını bulacaklardır. İnternet alternatif bir kamusal alan fakat tüm kamusal alanlar bir tür hiyerarşiye; polise değil, hakeme gerek duyarlar. İyi bir hakem nerede işe karışması gerektiğini ve sarı kart göstermesi gerektiğini bilir. İnternetteki metinler ile diğer metinler arasındaki esas farkın nitelik olmadığını düşünüyorum.
Peki sinema eleştirmenin öncelikli rolü ne olmalıdır?
Şaşırtıcı ve meraklı olmalıdır. İzleyici için filmin kahramanı gibi olmalıdır çünkü kendinizi bir noktaya kadar onunla bir tutarsınız, kendi başınıza gitmeyeceğiniz yerlere onunla birlikte gidersiniz. Bazen merak ettiğiniz, hoşlanmadığınız, nefret ettiğiniz kişi odur. Elbette bir düşmandan ziyade bir arkadaş gibi olmalıdır. Olumsuzdan ziyade olumlu eleştiriler yazmayı tercih ediyorum çünkü bir filmin iyi özelliklerini arkadaşıma anlatmak daha zevkli. Bir sinema eleştirmeni size yarenlik edebilir ve eğer onu yeterince iyi tanıyorsanız sizin arkadaşınız olabilir. Okurlar sinema eleştirmenlerine karşı toleranslı olmalılardır. Bir sinema eleştirmeninin sizden farklı bir zevke sahip olduğunu bilirsiniz. Yazdığı incelemeleri okumak faydalıdır zira eğer eleştirmen filmi sevmişse siz de o filmden nefret edeceğinizi veya o filmi seveceğinizi bilirsiniz.
Sizin sinema eleştirmeni olarak öncelik verdiğiniz hususlar nelerdir?
Olumlu bir haletiruhiyede kalmak, para kazanmak ve keyfini çıkarmak. Fazla taviz vermemeye çalışırım ama eğer taviz vereceksem de kendim olarak kalmaya çalışırım. Meraklı olmaya gayret ederim. Elbette, önceden bildiğim filmler oluyor. Onları izlemek için yanıp tutuşmuyorum ama hiç değilse bu yaklaşımı da yazılarıma yansıtmaya çalışıyorum. Yönetmene, filmde çalışan insanlara ve okurlara karşı adil davranmaya gayret ediyorum. Yönetmene karşı adil davranmak bence en önemlisi. Bir bakıma, sinema adına filmin avukatıyım. Yönetmeni eğitmeme gerek yok. Eğer film kötüyse bunu söylerim ama yönetmene ne yapması gerektiğini açıklamam. Okurlar için durum biraz farklı. Günümüzün asıl sorunu, herkesin her şeyi bilmesi. Bence kimse hiçbir şey bilmiyor. İçimizdeki soruları, aptallığımızı ve dar kafalılığımızı paylaşıyoruz. Gördüğüm bir detayı okurlara en açık şekilde anlatmaya çalışırım; anlaşılması mümkün, fazla şifreli olmayan ama belli bir seviyenin de altına inmeden. O seviyenin altına inersem filme ve okurlara doğru bir şekilde yaklaşmamış olurum.
Yönetmen ve seyirci arasında bir köprü kurma sorumluluğu hissediyor musunuz?
Evet, genellikle hissediyorum. Bir eleştirmen, arabulucuya benzer. Hem bir arkadaş hem de küratör olmalıdır. Size ait olmayan bir içeriği takdim edersiniz. Sinema eleştirmenliği tabii ki kişisel bir konu ama başka birine ait olanın üçüncü birine takdim edilişidir. Okurların filme yaklaşabilmeleri ve filmin de bir şekilde ulaşılabilir olması için köprüler kuruyorum. Fakat esas olan köprü değil. Köprüyü nereye kurmalıyım? Bunun cevabı, filmin ve okurların nerede durduklarına bağlı. Sırf kurmak istediğim köprü için filmi ya da okuru yerlerinden edemem.
Cannes’da Eleştirmenler Haftası bölümünde Almanca filmlerin danışmanlığını yapıyorsunuz. Bu bölümde seçilen filmler için başlıca kriterleriniz nelerdir?
Ben sadece öneriyorum. Son derece öznel bir kriterim var: Bölüme uyan ve benim de önermekten utanmayacağım filmler olmalı. “Bu filmi neden önerdin?” gibi bir soru gelirse haklı gerekçelerim olmalı. En azından faydalı olduğuna inanmadığım, komite tarafından izlenmemiş filmleri önermiyorum. Bazen kendi zevkime uymayan filmleri önerdiğim de oluyor. Benim görevim, izlenmemiş veya denetlenmiş olabilecek filmleri önermek. Bana göre, Cannes’daki kriter sinemanın her şeyden önce bir sanat olması. Auteur sineması çok zorlayıcıdır, kendine has bir imzası vardır ve diğerlerinden farklıdır. Ayrıca yüksek sınıfa özgü, belki de elitist sayılabilecek bir eğlence unsuru da barındırır. Cannes sıkıcı filmler istemez. Bir film sırf gösteriş yapıyorsa beğenilmez ama bir amaç uğruna gösterişliyse filmi beğenirler.
Yimou Zhang ve Wong Kar Wai ile ilgili kitaplarınız var. Öncelikle Avrupa’dan bir yönetmen yerine Uzakdoğu’dan iki yönetmeni tercih etmenizin nedeni nedir?
Avrupa sineması hakkında yeterince kitap var. Oysa Çin sinemasıyla ilgili Almanya’da hiç kitap yok. Çin kültürü ilgimi çekiyor. Her iki yönetmeni de seviyorum. Asya sinemasını, özellikle de Çin sinemasını öne çıkarmak için hayli fazla sebep olduğunu düşünüyorum. Günümüzde en iyi sinemasal dile sahip olan sinemalardan biri. Her iki yönetmen de son derece özeller. Asya sinemasının bir bölümünü bu iki yönetmen temsil ediyor, keza onlarla çalışan görüntü yönetmenleri, aktörler ve hatta bahsettikleri konular da bu temsilin bir parçası. Her iki yönetmen de Çin’in ve sinemanın çoğunluğunu temsil ediyorlar. Bazı ortak yanları var ama birbirlerine kesinlikle benzemiyorlar.
Bu iki yönetmenin sinemasını nasıl tanımlarsınız?
Her ikisi de auteur yönetmenler, bir bakıma kendi film kültürlerine yabancılar. Kendi filmleri, sinemasal dilleri için mücadele veriyor, risk alıyorlar. Çektikleri filmler topyekûn tek bir dev film gibi görülebilir, ikisinin de çektikleri filmler arasında bir bağlantı olduğuna inanıyorum. Avrupa sinemasından fazlasıyla besleniyorlar, yani Avrupa sinemasından yetişmiş ve ilham almış durumdalar. Yimou Zang’ın başlangıçta Yeni Gerçekçi ve İtalyan sinemasından fazlasıyla etkilendiğini söylemek hiç zor değil, sonraki filmlerinde ise Amerikalı yönetmenlerin etkileri görülüyor. Wong Kar Wai de muhtemelen Antonioni gibi İtalyan yönetmenlerden ve ayrıca Godard ile Fassbinder gibi Fransız ve Alman yönetmenlerden etkilenmiş gibi görünüyor. Wong Kar Wai’nin güçlü olduğu nokta hikâye anlatımı değil. Sanki atmosferik bir bilinç akışı yönetmenlik yapıyor ve galiba bunun da gayet farkında. 20. yüzyılın ilk yirmi yılında Bergson ve Proust tarafından Fransa’da geliştirilmiş bir çalışmayı üç aşağı beş yukarı aynen uyguluyor. Onun tüm filmlerini “kayıp zaman arayışı” başlığı altında toplayabilirsiniz. Hikâyeyi doğrusal olmayan, fetişist, nesnesel bir üslupla anlatıyor; insanlar bile birer fetiş öğesi ve nesne; ufak tefek şeyler genellikle büyük öyküyü açan anahtar işlevini görüyorlar (tam anlamıyla Proust’un “Madeleine” mefhumunda olduğu gibi). Buna her şeyin, genelin, “kapsayan”ın bireyin içinde bulunduğu müzikal veya opera yaklaşımı da denebilir. Dolayısıyla Wong Kar Wai filmindeki bir kişi ya da bir kahkaha ya da bir ilişkinin ardında baştan aşağıya Hong Kong yatıyor. Asla sadece aşkla ilgili değil. Aynı anda hem bizim zamanımızı yöneterek hediye benzeri bir şey veriyor hem de gerçekliğe (veya gerçek olmayana) bakış atıyor ve geçmişte umulanları bir bakıma maskeliyor. Bunların hepsini de son derece bilinçli bir şekilde alt metinler kullanmadan, görsellikle anlattığı hikâyelerle gerçekleştiriyor. Eğer çektiklerine film denmeseydi, bunlar müzik, resim olabilirdi. Tiyatro oyunu veya kitap olmazlardı. Avrupa olarak çok şey öğrenebileceğimiz bir yaklaşım bu, zira Avrupa’daki pek çok yönetmen film çekmeseydi, kitap veya bolca diyalog barındıran tiyatro oyunu yazardı.
Söyleşi: Barış Saydam
Not: Söyleşi metninin İngilizce’den çevirisi için Melih Tumen’e teşekkür ederim.