Ana sayfa 2023 Oppenheimer

Oppenheimer

1193
0

J. Robert Oppenheimer, atom bombası çalışmalarının yanı sıra teorik fizik alanına katkıları, çevresindeki bilim insanı ve akademisyenleri belli bir amaç doğrultusunda örgütleme becerisi ve atom bombası sonrasında tüm dünyayı silahsızlandırma konusundaki çabalarıyla artık içerisinde yaşadığımız medeniyetin köşe taşı isimlerinden biridir. Film, çok radikal bir tercihle birlikte bu büyük ve görkemli ismi seyirciyle tanıştırırken; küçük bir üniversite laboratuvarında bütün malzemeleri deviren, herkesin dalga geçtiği ve gülüp eğlendiği bir figür olarak karşımıza çıkarır. Bununla da yetinmez; Oppenheimer’ın okuldaki beceriksizliğine ek olarak özel hayatındaki yalnızlığı, kasveti ve depresifliği ile de bizi baş başa bırakır. Atom bombasının mucidini değil, okuldan atılma noktasına gelen ve psikolojik olarak da dibe vuran bir adamın portresini görürüz. Yönetmen Christopher Nolan, film boyunca seyircinin Oppenheimer hakkında net ve alışılmış bilgiler üzerinden bir düşünceye sahip olmasını istemez. Sürekli Oppenheimer’a dair üretilen stereotiplerle oynama gayreti içerisindedir.

Nolan, Kai Bird ve Martin Sherwin’in birlikte yazdıkları Amerikalı Prometheus başlıklı dokuz yüz sayfayı geçen kapsamlı J. Robert Oppenheimer biyografisinden yola çıkarak hem dünyanın en meşhur bilim insanlarından birinin hayatını anlatır hem de Amerikan toplumu üzerine sarsıcı ve düşündürücü bir dönem panoraması çıkartır. Bird ve Sherwin, biyografi kitabında Oppenheimer’ın çocukluğundan başlayarak bu dehanın izlerini sürerken, onun içsel çatışmalarını, bunalımlarını, krizlerini ve tereddütlerini de yansıtır. Film ise, Oppenheimer’ın bütünlüklü bir portresini sunmaktan ziyade onun iç çelişkilerini görünür kılmaya çalışır. Gerçekten de filmin sonunda “Oppenheimer kimdir” sorusuna net bir cevap verebilmek oldukça güç olur. Oppenheimer’ın kararlı, karizmatik, hırslı ve dahi olmasının yanı sıra sınırları aşmaktan tereddüt etmeyen, manipülatör ve karanlıklarda gezinen bir yanı da vardır. Atom bombasının dünyaya getireceği zararlar da buna eklendiğinde büyük bir vicdani ve ahlaki çıkmaz da işin içerisine girer. Film, bu anlamda Oppenheimer’ın zıtlıklar ve çelişkiler içerisindeki iç dünyasını çok başarılı bir şekilde yansıtır. Nolan’ın belirli ve belirgin bir Oppenheimer fikrine uzak durduğunu, herkesin kafasında şekillenecek bir Oppenheimer yaratma düşüncesinde olduğunu söyleyebiliriz.

Bird ve Sherwin hazırladıkları kitapta, çok yerinde bir tespitle Oppenheimer’ı modern bir Amerikan Prometheus’una benzetirler. Prometheus’un mitolojide Tanrılar’dan ateşi çalarak insanlara vermesi bir mecazdır. Ateş, bilginin yerini tutar. Zeki ve kurnaz Prometheus, bu hamlesi sonrasında Zeus tarafından zincire vurularak cezalandırılır. Mitolojideki Prometheus’un hikâyesi çağının ötesine geçmiş pek çok bilim insanı ve sanatçı için de tekrarlayan bir referanstır. Kuşkusuz, bunun en iyi örneklerinden biri de Oppenheimer’dır. Oppenheimer’ın hikâyesinde hayatını bilime adamış, naif ve istekli bir bilim insanının iyi ve olumlu duygularla yola çıkarak başladığı bir yıkımın hikâyesini de görmek mümkündür. Albert Einstein ile konuşmasında Oppenheimer açık bir biçimde Einstein tarafından uyarılır. Yapmaya başladığı projenin olumlu sonuçlar doğurmaktan çok olumsuz durumlara yol açacağı barizdir. Ancak Oppenheimer hem dünyayı faşizm tehlikesinden kurtarmak adına ama daha da çok bilimsel istek ve arzularının kışkırtmasıyla Los Alamos’taki süreci başlatır.

Bu tartışmanın ilk ayağında teorik bilim ile gerçek dünya arasındaki ilişkiyi de gözlemleriz. Bunun ilk örneğini Alman fizikçi Werner Heisenberg’in Almanya’daki testlerinin Amerika’daki yansımalarında görürüz. Oppenheimer haberi aldığında teorik olarak Almanların gerçekleştirdiği şeyin mümkün olmadığından emindir. Tahtaya yazdığı formül bunun rasyonel ve bilimsel karşılığını gösterir. Ama yan odada bir başka arkadaşı Almanların yaptığı şeyi deneysel anlamda gerçekleştirir. Bu şekilde teori ve gerçek dünya arasında da ilk ilişki kurulmuş olur. Oppenheimer’ı bildiği, inandığı ve güvendiği alanın dışarısına çıkartacak ilk önemli olay bu olur. Oppenheimer bu andan itibaren atom bombası fikrine odaklanarak teorik fiziğin sınırları dışarısına çıkmaya, gerçek dünyayı değiştirecek bir buluş yapmaya kanalize olur. Filmin seyircide düşündürdüğü noktalardan biri, Einstein, Heisenberg ve Oppenheimer gibi deha seviyesindeki bilim insanlarının teorik ve kuramsal düzeyde ürettikleri bilimsel tartışmaların gerçek hayatta yarattığı kırılmalardır. Bilim insanları, insanlığın ve dünyanın sınırlarını zorlarken, bilinen eşikleri aşarak yapılamaz olanları yaparken bozulan dengelere de dikkat çekilir. Atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki’de ölümüne neden olduğu insanların yanı sıra yeryüzündeki medeniyetin yok olmasına dair yarattığı korku ve kaygılar da Oppenheimer karakterinin çevresinde seyircinin de sorgulaması için önemli bir alan açar. Bu açıdan yaklaşıldığında Oppenheimer filminin en önemli yanının film içerisindeki Oppenheimer ve diğer bilim insanlarının da veremediği cevapları seyirciye sordurması olduğuna inanıyorum. Bir yerden sonra seyirci olarak bizler de aynı çıkmazların, aynı çelişkilerin, aynı problemlerin içerisine düşüyoruz. Amerikan ticari sinemasının göstermeci ve tahakküm edici boyutunun ötesinde, Nolan’ın Oppenheimer’da aynı Batman serisinde olduğu gibi net cevaplar vererek rahatlatmak yerine sorular sorarak düşündürmeye çalışmasını önemli buluyorum.

Film, elbette merkezine Oppenheimer’ın hayatını ve özellikle de atom bombasının yapıldığı süreci alır. Ancak diğer yanıyla Oppenheimer’ın yükseliş ve düşüş hikâyesi, devletle olan ilişkisi, devlet yetkililerinin atom bombasına yaklaşımları ve sonrasında gerçekleşen yargılama süreçleriyle birlikte tam bir Amerika hikâyesi de izleriz. Yahudi bir aileden gelerek Time dergisine kapak olan ve Amerikan Başkanı Truman’ın özel olarak ağırladığı Oppenheimer, Amerikan Rüyası’nın başarılı bir ikonu iken, sonrasında yaşananlar da tam Amerika’ya özgü bir trajedya sunar. Hikâyede Amerika’nın muazzam teknik ve maddi gücüyle bilinen dünyanın sınırları aşılırken, tam da bu muazzamlığın yarattığı korkunç yıkım da başarının peşi sıra ilerler. Film, bu noktada bize meselesini de özetleme imkânı bulur: Bu film, yaratmakla yok etmenin kazanmakla kaybetmenin birbirinden çok da farklı şeyler olmadığını gösterir. Oppenheimer tam da çevresindeki bilim insanları ve akademisyenlerle birlikte Los Alamos’taki ilk denemede başarı kazanarak atom bombasını yaptığı andan itibaren düşmeye başlar. Çocukluğundan itibaren depresif ve kasvetli kişiliği yeniden ortaya çıkar. Sonra da Bhagavad Gita’dan meşhur dizeyi paylaşır: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” Teorik fizikle ilgilenirken, sınırları aşmaya çalışırken, yapılamaz bir şeyi gerçekleştirmenin hevesi ve arzusuyla yola başlarken motive ve hırslı olan Oppenheimer, tam da yapmaya çalıştığı şeyi gerçekleştirdikten sonra kendisini geri dönüşü olmayan bir yolda bulur.

Film, Oppenheimer’in biyografisinden yola çıkılarak çekilen bir film olmasına rağmen, kişisel tarih ile kolektif tarih arasında iyi bir denge kurar. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başlayan hikâyede, Oppenheimer yaşadığı dünyayla çok gerçekçi bağlantılar kuramaz. Daha çok kendi dünyasında yaşamayı tercih eden, siyasi ve bürokratik ilişkilerin nasıl işlediğini çözemeyen, çalıştığı insanlara çok fazla güvenen bir profil çizer. O, etrafındaki dünyayı anlamlandırmaya çalıştıkça seyirci olarak bizler de o dünyayı onunla birlikte tanımaya başlarız. Oppenheimer’ın üretken olduğu dönem bakıldığında gerçekten de dünya tarihinin en istisnai dönemlerinden biridir. Bir tarafta Hitler Polonya’ya saldırarak fiilen İkinci Dünya Savaşı’nı başlatır ve Avrupa’da yayılmaya başlar. Hitler, Mussolini ve Franco ile birlikte Avrupa’da faşizm yükselişe geçer. En büyük düşman faşizmdir. Ancak savaşın hemen sonrasında Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki anlaşmazlıklar ve silahlanma yarışı Soğuk Savaş’a dönüşür. Bu sefer de ulusun bir numaralı düşmanı komünistler olur. Franklin D. Roosevelt’in başkanlık dönemi içerisinde, 1939 yılında, Leo Szilard ve Albert Einstein yazdıkları mektupla Roosevelt’i Almanların bir nükleer silah geliştirmek için çalışmalara başladıkları yönünde uyarır. Bunun üzerine savaşın boyutu değişmeye, bilim insanları da savaşın içerisinde önemli bir rol üstlenmeye başlar. Dönemin hareketli gündemini filmin de arka planında görmek mümkündür. Roosevelt ve Truman dönemlerinin gelişmeleri, senatör Joseph Raymond McCarthy önderliğinde başlatılan komünist avı, bilim insanlarının, akademisyenlerin ve sanatçıların değersizleştirilmesi, devletçiliğin ön plana geçişi adım adım Oppenheimer’in hikâyesinde de aktarılır. Bu yanıyla film, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki Amerika’nın bir hikâyesi olarak da ele alınabilir. İkinci Dünya Savaşı’nın Amerikan tarihinde, siyasetinde, ekonomisinde ve toplumsal yaşamında doğurduğu çatlaklardan bağımsız bir şekilde Oppenheimer’ın durumunu değerlendirmek mümkün değildir.

Tam da bu noktada, Nolan’ın biçimsel tercihleri ve hikâyeyi anlatma şekli ön plana çıkar. Yönetmen aynı İkinci Dünya Savaşı’nda geçen Dunkirk (2017)’te olduğu gibi Oppenheimer’da da çarpıcı bir kurgu anlayışı ile birlikte hikâyeyi günümüz seyircisini sıkacak bir tarihsel biyografi olmaktan uzaklaştırır. Filmin kurgusu temelde üç aşamadan oluşur. Savaş öncesi, savaş sırası ve savaş sonrası… Savaş öncesinde Oppenheimer’ı tanımaya ve onun bilimle ilişkisini öğrenmeye başlarız. Savaş sırasında atom bombası denemelerine yoğunlaşılır. Savaş sonrasında ise Oppenheimer’ın yargılanma sürecine gideriz. Fakat Nolan bu periyodu çizgisel ve zamandizinsel bir şekilde aktarmak yerine her zamanki gibi parçalı, iç içe geçen ve döngüsel bir biçimde beyazperdeye yansıtır. Böylece Oppenheimer’in içsel çatışmaları ve yaşadığı çıkmazlar, kurgunun da gitgellerle ve parçalı anlatımı ile birleşerek içerik ile biçimin birbirini tamamladığı bir anlatım dili benimsenir. Nolan filmografisinde daha önce izlediğimiz Başlangıç (Inception, 2010), Yıldızlararası (Interstellar, 2014) ve Tenet (2020) filmlerinde de örneklerini gördüğümüz şekilde zaman ve mekân kullanımında gerçeklik algısının doğasında bir kırılma yaratacak şekilde sıçramalı ve bol kesmeli anlatı yapısı Oppenheimer’da da karşımıza çıkar. Yönetmen, gerçek tektir ve budur demek yerine, olası gerçeklikleri göstermeyi ve gerçeğin doğasını sorgulanabilir kılmaya çalışır.

Tüm yönleriyle filmle yaklaştığımızda, Oppenheimer’ın Nolan filmografisi içerisinde önemli örneklerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bir yanıyla yönetmenin Uykusuz (Insomnia, 2002), Batman serisi ve Prestij (The Prestige, 2006) gibi hikâye anlatmanın; giriş, gelişme ve sonuç bölümleriyle birlikte klasik bir dramaturji yaratmanın peşine düştüğü örneklerin izini de görürüz. Diğer yanıyla Akıl Defteri (Memento, 2000), Başlangıç, Yıldızlararası, Dunkirk ve Tenet gibi hikâyeden daha çok hikâye anlatma biçiminin ön plana çıktığı postmodern ve parçalı anlatım dilinin de etkin varlığını hissederiz. O anlamda, Oppenheimer’ın Nolan sineması açısından iki ayrı dönemini birleştiren, sentezleyen ve olumlu anlamda onu yeni bir noktaya evrilten bir yerde durduğunu da ifade etmek mümkündür.

Barış Saydam

Bar_saydam@hotmail.com

Twitter

Önceki makaleArzu Okay Söyleşisi
Sonraki makaleAs Bestas
1983, İstanbul doğumlu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü'nde yaptı. Altyazı dergisinde sinema eleştirileri yazmaya başladı. 2008’de Avrupa Sineması isimli web sitesini kurdu. 2011-2014 yılları arasında Hayal Perdesi dergisinde web sitesi editörlüğü yaptı ve derginin yayın kurulunda görev aldı. TÜRVAK bünyesinde çıkartılan Cine Belge isimli derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 2012’den beri Sinematek Derneği’nde Film Analizi dersi veriyor. 2013-2019 yılları arasında Türk Sineması Araştırmaları (TSA) projesinde koordinatör yardımcılığı ve içerik editörü olarak görev yaptı. 2018-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi'nde ders verdi. 2018-2021 yılları arasında Sinema Yazarları Derneği'nin (SİYAD) genel sekreterliğini üstlendi. Ayrıca Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam(2011), Sinemada Tarih Yazımı (2015), Erol Ağakay: Yeşilçam’a Adanmış Bir Hayat (2015), Oyuncu, Yönetmen, Senarist, Yapımcı Yılmaz Güney (2015)- Burçak Evren'le ortak-, Karanlıkta Işığı Yakalamak: Ahmet Uluçay Derlemesi (2016), Aytekin Çakmakçı: Güneşe Lamba Yakan Adam (2019), Osmanlı’da Sinematografın Yolculuğu (1895-1923) [2020], Derviş Zaim Sinemasına Tersten Bakmak (2021) – Tuba Deniz’le ortak-, Orta Doğu Sinemaları (2021) – Mehmet Öztürk’le ortak-, Türkiye’de Sanat Sineması (2022) isimli kitapları da bulunuyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here